Misbah Eratilla

Misbah Eratilla

Mail: m.eratilla@gmail.com

Uyumayan Şehirler

Medine

Havalimanına yeni varmıştık. İlk defa gördüğüm insanları seyre dalmıştım. Burada herkes bir yerlere doğru hızlı adımlarla yürüyordu.

Değişik renkteki insanları gördüğümde özellikle de uzun boylu zenciler dikkatimi çekmişti. Bir müddet de gözleri çekik saçları dik, ufak tefek boylu insanları da seyrettim. Daha önce hayalimde bile canlandıramadığım çeşit çeşit insanları bir arada görüyordum. Zamanım olsaydı oturup günlerce farklı insanları izlemek isterdim. 

Kılık kıyafetleri, başlarındaki örtüleri, boyunlarındaki kolyeleri, kollarında ve vücutlarındaki dövmeleri bir arada görmek insana farklı bir tat veriyordu... Herkes birbirini çok rahat anlıyor gibi hareket ediyordu. Bu duygu yoğunluğu içinde etrafıma bakınarak pasaport ve kimliklerimizi uçuş kapısındaki görevlilere verdik ve ardından bir tünelden geçtik.

Uçağın giriş kapısında “hoş geldiniz” diyen iki görevliyle selâmlaştıktan sonra orta sıralardaki yerimize geçtik. Uçağımız saat 16.40’ta İstanbul’dan Medine’ye havalanacaktı. Uçak önce gürültülü bir sesle çalıştı sonra tekerlekleri yerde hızlandı. Biri beni yukarıya çekiyormuş gibi içimde bir boşluk hissettim.

Uçak gökyüzüne doğru havalanırken ben de havalanıyor gibiydim. Bir müddet sonra uçak bulutların üstüne çıkmıştı. Gökyüzünde bulutlar etrafa dağılan pamuk yığınlarını andırıyordu. Uçağımız akşam saat 08.00’da Medine Havaalanı’na inmişti. 

Medine’ye vardığımda duyduklarıma ve hayallerime giydirdiğim elbiseyle etrafıma bakındım. Gözlerim, aklım ve kalbimden gelecek sürpriz ve şokları, ışık ve ateş olarak damarlarımdan kanıma karışacak anı bekliyordum. Otele vardıktan yarım saat sonra yani gece saat 12.00’da Hatay İskenderunlu Ali Hoca rehberliğinde grup olarak Peygamberimizin (asm) Türbesi’ni Ravza-i Mutahhara’yı (Cennet bahçesi) ziyarete gideceğimiz söylendi. Herkes saatinde toplandı. Cami avlusuna adımımızı attığımızda bizi içine çeken ve kollarını açmış bize “gel” diyen Hz. Peygamberin (asm) manevî havası elektrik çarpmış gibi bedenimde hissettim. Etrafımıza bakınıyorduk. Yerler göze hoş görünen mermerlerle kaplı ve çevre tertemizdi. Etraf zeminle uyumlu bir kompozisyon sunuyordu.

Mekke ve Medine ziyaretine gelen insanlar güzel bir isim bulmuşlar. “Uyumayan Şehirler” diye isim takmışlar. Bu mübarek mekânlarda kimse uyumuyor. Herkes ayakta ve ibadet halindeydi. Birinci kapıdan Mescid-i Nebevi’ye girdiğimizde Hz. Peygamberin (asm), hemen yanında Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer’in (ra) türbelerini ziyaret etmek için kalabalığın hafiflemesini bekledik.”

Sabah namazından sonra otelimizde birkaç saatlik dinlenmeden sonra kahvaltı için yemeğe indik. Yemekler açık büfe tarzında hazırlanmıştı. Tabağımızı aldık, ağız tadıyla yiyebileceğimiz yemeği bir türlü bulamıyorduk. Kahvaltılık olarak şekerli ve yağlı yemekler çoğunluktaydı.

Gece karanlığında gündüzü aratmayan güçlü ışıklar ve gündüz güneşin çıkmasıyla aynı direklerde yerini devasa şemsiyelere bırakıyordu. Şemsiyelerin açılışı seyre değerdi. Güneşin kavurucu sıcaklığı insanı incittiği anda şemsiyeler efsanevî ve devasa kuşkanatlarını andıran gölgeleriyle serinlik dağıtıyorlardı. 

O sırada aynı tip giysili işçiler hazır kıtalar halinde namaza hazırlık için çalışıyorlardı. Açılmış şemsiyelerin altına kırmızı renkli iki parmak kalınlığındaki tüylü halılar serdiler. Ezana daha saatler vardı. Caminin içinde ve çevresinde bir anda mıknatısın toplu iğneleri çektiği gibi insanlar cami avlusuna koşup toplanıyorlardı. Namaz vakti yaklaştıkça caminin içi ve çevresi adım atılamaz duruma gelmişti. Bir milyonu aşkın insan koşarak, isteyerek namaza duruyordu. Ezan hâlâ okunmamıştı. Buna rağmen her yer dolmuştu. Özellikle de kadınların namaza yoğun ilgisi vardı. Namaz kılanların yüzde 65’ine yakını kadındı. Ezan okunduğunda hızlandırılmış film gibi insanlar camiye doğru yöneliyorlardı. Oturacak yer bulamayanlar sıcak mermerlerin üstünde namaza duruyorlardı.

Gece saat 02.00 civarında rahat bir ibadet için Mescidi-i Nebevi’ye gittik. Uyumayan şehrin ziyaretçileri de zamanla yaşadıkları şehre benzerlermiş. Misafirler şehirlerine alışarak yoldaşlık etmeye başlamışlar. Caminin üçüncü kapısından içeri girerken terliklerimizi bir poşete koyarak yanımıza almamız gerekiyordu. Acemilikten olsa gerek yanımızda o gece hiç poşet yoktu. Etrafımıza bakındık, ama hiçbir yerde poşet bulamadık. Etrafa göz gezdirmeye devam ettik.

Caminin girişinde, yan tarafta tekerlekli sandalyeye oturmuş yetmiş yaşlarında, engelli yaşlı bir adam poşet dağıtıyordu. Biz üç kişiydik. Sevinçle poşet dağıtan yaşlının yanına gittik.  Gülümseyerek yaşlı adamdan poşet aldık. Yüzünde tebessüm eksik olmayan yaşlı adam isteyerek herkese poşetleri dağıtıyordu. Gecenin ikisinde yaşlı ve engelli yaşlı adamın ziyaretçilerin ihtiyaçlarını karşılamak için yaptığı bu hizmetinden çok etkilendim. Bu kişi yoksul veya ihtiyaç sahibi biri olmalıydı diye düşündüm. 

Engelli ve yaşlı adamın yanından ayrılamadım biraz bekledim. Caminin içlerine doğru girmeden onu seyre daldım. Yaşlı adama yaklaşmadan öyle bekledim. Vicdanımı rahatlatmak için cebimden 5 Riyal çıkararak kimseye göstermeden ona uzattım. O güler yüzlü sevecen ihtiyarın yüzü tanınmaz korkunç bir hale dönüştü. Ona büyük bir kötülük yapmışım gibi bana ters ters baktığında suratı kararmıştı. İhtiyar adam, olduğum tarafa bir daha dönüp bakmadı. Sevap niyetiyle gecenin bu saatinde buralarda hizmet eden yaşlı adamın hayrına engel olduğumu anlamıştım. Pişmiş aşa su katmıştım. O gece çok utanmış ve üzülmüştüm. Bu mübarek yaşlıyı, yaptığı iyiliğin karşılığını dünyada arayanlardan biri sanmıştım.  Yaşlı adamın yüz ifadesini düşündükçe içine düştüğüm mahcubiyeti unutamıyorum.

Medine’deki üçüncü günümde manevî yoğunluk bedenimi ve ruhumu yormuştu. Kendimle konuşmak istiyordum. Kimsenin olmadığı sakin bir yer bulmalıydım. Yanan elin acısını hissetmek gibi kendimle yalnız kalmak yaralarımla yüzleşmek istiyordum. İçimdeki “ben”lerle bir konuda anlaşmak istiyordum. Mescid-i Nebevi’nin 3 nolu kapısından içeri girdim. Klimanın olmadığı bir yer aradım.  Sıcaktan soğuktan etkilenen hassas bir yapım vardı. Mescidin içi ise çok serindi. Dışarda dev kuşlar gibi kanatlarını açan şemsiyelerin altında kendime uygun bir yer aramaya başladım.

Oturacak yer ararken karşımda bir adam sırtını şemsiye kolonuna dayamış, elinde yeşil kaplı orta boy bir Kur’ân okuyordu. Yüksek bir sesi, farklı bir Kur’ân okuyuşu vardı. Bu ses mıknatıs gibi beni yanına doğru çekti. Kur’ân okuyan adamla aramızda yaklaşık üç metre kadar mesafe vardı. Adamın başında daha önce hiç görmediğim renkli bir sarık vardı. Üstünde koyu renkli bir hırka, altında uzun beyaz bir entari giymişti. Gür olmayan düzensiz ve bakımsız sakalı uzamıştı. 25-30 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bu kişi, yıpranmış hali ile 35-40 yaşlarında gösteriyordu. Hiç kimseye bakmadan kendinden geçercesine sesli, içten, hüzünlü Kur’ân okuyan bir derviş görüntüsü sergiliyordu. Dikkatini dağıtmak istemediğimden yanına fazla sokulmadan sesini duyabileceğim bir yere geçerek onu dinlemeye başladım.

Onu dinlemeye başladığımda saat 10.20 civarıydı. Öğle ezanına hayli bir zaman vardı. Bu kişi okuma iştahından hiçbir şey kaybetmeden Kur’ân’ı yüksek sesle okumaya devam ediyordu. Bazen de Kur’ân’ı yüzü üstüne örtüp öylece ağlıyordu. Hatırladığım kadarıyla Kur’ân okurken yaklaşık 6 defa ağlamıştı. Sanki dağ başında tek başına Kur’an okuyordu. Böyle istekli, iştahlı Kur’ân okuyan birini ilk defa görüyordum. İki saate yakın kesintisiz yüksek sesle ve sanki o ayetleri yaşıyormuş gibi bir yüz ifadesi vardı. 

Kur’ân okuyan adam ter içinde kalmıştı, susuzluktan dudakları kurumuştu. Ezan okunduğunda elindeki Kur’ân’ı dev şemsiye kolonun altındaki Kur’ân dolu raflara, gözyaşlarıyla ıslanmış dudaklarıyla öpüp bıraktı. Gözlerim, rengârenk sarıklı kişiyi iki saat boyunca bıkmadan usanmadan isteyerek izlemişti. İsteyerek, tat alarak, iştahla Allah rızası için, çıkarsız bir şekilde dinini yaşamak isteyen birini görmek kalbimi canlandırmıştı. Adeta kararıp paslanmış, bulanık su ile kirlenmiş kalbimdeki inanç havuzu durulanıp temizlenmişti.

İkindi namazı sonrası tur rehberimiz Ali Hoca’yla Cennet-ül Baki Kabristanı’nı ziyarete gittik. Buraya vardığımızda izdiham vardı. Kalabalık arasında yol bularak kabristanın içine doğru ilerledik. Girişte sac levhalara İngilizce ve Arapça sahabe isimleri yazılıydı. Mezarlık, geniş bir alana kurulmuş, etrafı duvarlarla örülmüştü. Buraya mezarlık demeye bin şahit lâzımdı. Kupkuru bir alan… İsimsiz mezarlar… Sadece her mezarın başına dikilen 20 cm’lik kara bir taş… Hangi mezarın kime ait olduğu bilinmeyen, üstü sanki kara bir örtü ile örtülmüş gibi bir manzara ile karşılaştık. 

Koskoca mezarlıkta ne bir ağaç ne bir yeşillik ne de bir damla su vardı. Güneş sıcaklığı bu alanda kendini daha çok hissettiriyordu. Bu alana kadınların girmesi yasaktı. 

Allah’tan tur rehberimiz bu mezarların kime ait olduğunu kaynaklara bakarak öğrenmişti. Ve tek tek anlatmaya başladı. Kimler yoktu ki? Hz. Fatıma (ra), Hz. Zeynel Abidin (ra), Hz. Cafer-i Sadık (ra), Peygamberimizin (asm) kızları Rukiye (ra), Ümmü Gülsüm (ra), Zeynep (ra), Peygamber Efendimizin (asm) hanımları Hz. Aişe (ra), Hz. Zeynep (ra), Hz. Sevde (ra), Hz. Peygamberin (asm) oğlu İbrahim ve daha niceleri… Daha kimler yoktu ki? Meselâ Peygamberimizin (asm) övgüsüne mazhar olmuş hayâ timsali Hz. Osman (ra), Hz. Mus’ab bin Umeyr (ra), Hz. Hasan (ra) ve daha binlercesi… 

Ali Hoca, bu günkü ziyaretimizin sona erdiğini söyledi. Öğle namazını Nebevî Camii’nde kılmak için otele doğru yol aldık. Aklımızı ve kalbimizi kulaktan dolma eski bilgilerden ayıklayarak öğle namazı için mescidin yolunu tuttuk. Bu gece son gecemizdi. Yarın sabah hazırlıklar bitecek; saat en geç 12.00’da yola çıkacaktık. Mekke bizi bekliyordu. Yatsı namazından sonra, Peygamber Efendimizin (asm) Türbesi’ne gidip saygı içinde hüzün dolu kalple vedalaştım. Bir daha görüşmek üzere Fatiha okuyup bütün duygularımla selâmladım ve kalbimi bırakıp oradan ayrıldım.

Mekke

Medine’deki otelimizden saat 12.00’da ayrıldık. Mekke’ye yolculuk için bedenen ve kalben hazırdık.

Peygamberimizin (asm)) doğumuyla şereflenen şehre gidiyorduk. Otobüsümüz Mekke yolculuğu için otelin önünde bizi bekliyordu. Beş gündür rüyalarımı süsleyen Kâbe’ye artık gidiyorduk.

Tur rehberimiz Ali Hoca mikrofonu eline aldı. Duâlar okuyarak umrenin fazileti hakkında bilgiler verdi. Hep birlikte boğazımız kuruyana kadar dualar okuduk. Otobüsümüz yol aldıkça Medine, Mekke arasındaki zor hayat şartları karşısında hayretimi gizleyemiyordum. Böyle bir yer olacağını tahmin edememiştim. Hiç görmediğim volkanik taşlar ve kararmış kirli bir toprak... Saatler boyunca bir avuç normal toprak dahi göremedim. Kilometrelerce gidilen yol boyunca gördüğüm tek alan yeşil bir hurma bahçesi oldu. Sıcaklık, gizli bir fırın gibi otobüs kapısı açılınca içeri saldırıyordu. Nihayet gözlerim çölün ortasında birkaç canlı gördü. Uzaktan uzağa çölün ortasında deve çiftlikleri görünüyordu. Çiftliğin ortasında üstü kıl çadırlarla örtülü mekânları filmlerde görmüştüm. Kıl çadır içindeki hayatı merak ediyordum. Bu zor şartlarda insanlar nasıl yaşıyorlardı. Yol boyunca karanlık ve sıkıntılı tünellerden geçer gibi otobüsümüz yol alıyordu.

Duble yollar hiç de gördüğüm duble yollara benzemiyordu. Sıradan yollar gibiydiler. Tozlu, kumlu hava otobüsümüzün görüş mesafesini azaltmıştı. Yol levhalarında anladığımız kadarıyla Mekke’ye varmamıza az kalmıştı.

Mekke’nin ışıklı caddelerinde otobüsümüz hızla yol alıyordu. Bizler bir an önce Kâbe’yi görmek için etrafımıza bakınıyorduk. Gözlerimizle etrafı tarıyorduk. Koca koca çok katlı oteller gökyüzüne uzandıkça hiçbir yer görünmüyordu. Uzaktan uzağa bazı minarelerin ışıkları görünüyordu.

Nihayet rehberimiz eşliğinde kalacağımız otele vardık. İlk umre, ilk Kâbe ziyaretimiz gerçekleşecekti. Yaşanacak gerçeklerle, hayallerimizde yer tutan bilgiler yüzleşecekti. 

Tekbirler, dualar ve hızlı adımlarla Kâbe’ye doğru daha da hızlanarak yürüyorduk. 97. kapıdan Mescit-i Haram’a adım attık. Caminin içi ihramlı insanlarla kaynıyordu. Yüzlerde hedefe kilitlenmiş bir heyecan okunuyordu. Kılınan her namazın yüz bin sevap değerinde olması yaşanan sıkıntılar hoş karşılanmasına sebep oluyordu. Herkeste sabır birinci öncelik olmuştu.  İnsanlar buğday çuvalındaki taneler gibi birbirine yakındı ve kimse halinden şikâyetçi değildi. Kâbe hâlâ görünürde yoktu. Karşımıza iki yol çıktı. Rehberimizle sağ tarafa doğru yürüyen merdivenle aşağıya doğru indik. Burası inşaat makineleri ile doluydu. Çevreyi genişletme çalışması 24 saat aralıksız sürüyordu. Üstü kapalı bir geçitten sol tarafa dönerek yola devam ettik.

Bir anda gözleri kamaştıran simsiyah örtülü Kâbe karşımdaydı. Yıllardır TV’lerde, gazete sayfalarında, oturma salonu levhalarında gördüğüm Kâbe şimdi tam karşımda duruyordu. 3 bin km’lik yoldan ziyaretine geldiğim Kâbe’ye öylece baka kaldım. Hayalimdeki Kâbe ile gerçek Kâbe karşı karşıyaydı. Hangisi daha gerçekti. İnancımda ne gibi değişiklik olacaktı. Umduğumu bulacak mıydım, yoksa inandığım iman ettiğim birikimlerim beni daha iyi noktalara mı getirecekti. Ümit ve korku arasına etrafıma bakındım. Suyun şekerin üstüne döküldüğünde nasıl eriyorsa içindeki taşlaşmış günahlarım da eritecek miydi? Bilemiyordum.

Başlama noktası olarak yeşil renkli floresan lamba önünde durduk. Tam o noktada duran rehberimiz Osman Hoca tavafın başladığını söyledi. Her dönüşü bir şavt sayılan toplam yedi dönüş yaptık. Her dönüşte tam Hacerü’l Esvet’in karşısına geldiğimizde sağ elimizi selâma kaldırıp dualar okuyorduk. Bu arada hafıza arşivimdeki kişilere dua etmeye başlamıştım. Duaların reddedilmeyeceği alanda yığılma oluyordu. Mutlu ve ter içinde yedi şavttan sonra tavafımız tamamlandı. Kâbe’den ayrılıp cami içinden geçerek Tavaf namazı kıldık. Sonra kuruyan boğazlarımızı bir bardak zemzem suyuyla ıslattık. 

Ziyaretimizde hiçbir yeri incitmeden sanki sahabeler ve Hz. Peygamber (asm) hazırmış gibi, saygıyla hareket ediyorduk. İçim sevinç ve hüzün karışımı ruh hali ile çalkalanıyordu. Müslümanların dünyadaki halleri geldi gözlerimin önüne. İnsanlığa örnek iddiasıyla yola çıkan bu dinin mensuplarının şehirleri kan revan içindeydi. Her gün oluk oluk kanları dökülüyordu. En çok da birbirlerinin kanlarını dökmeleri acı veriyordu. Gözlerim kalbimin tercümanı olmuştu ve artık gözyaşlarımla konuşuyordum.

Otobüsümüz hızla Arafat’a doğru yol alıyordu. Kavurucu sıcaklık Arafat’ın samimî sıcaklığını hissetmemizi azaltmadı. Arafat Mekke’nin doğusunda, Kâbe’den 16 km uzaklıktaydı. Arafat kelime olarak; bilme, anlama ve tanımak manalarını ihtiva ediyordu. Ayrıca güzel kokulu anlamını da taşıyordu. Dünyanın her yerinden gelen Müslümanlar burada görüşür tanışırlar. Günahlarını itiraf ederek affedildikleri yerdir. Affedilmelerinden sonra günah kirlerinden temizlenip Allah katında güzel bir kokuya sahip olmaları sebebiyle Arafat’a bu adın verildiği söylenir. Geçmişte olduğu gibi, dinî, ilmî, içtimaî ve de siyasî meselelerini konuşup çözüme kavuşturabilecekleri modern anlamda organizeli, düzenli, disiplinli bir kongre olması beklenirken, gönüllerin, ruhların uzlaşması ile yetinilmiştir. Dilleri, ırkları, renkleri, kültürleri ve coğrafyaları farklı olmasına rağmen, inançları, duyguları, dertleri, dilekleri ve duaları aynı olan milyonların yürekleri ve yanık yakarışları vardır. Arafat vakfesinde (bekleme zamanında) Arafat, insan türünün geçici yurdu dünya da ilk buluştuğu noktadır. 

Arafat, Hz. Peygamber’in (asm) Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi mahiyetindeki Veda Hutbesi’ni okuduğu yer idi. Arafat’a vardım, gözlerimi kapadım.  O zamana önce Hz. Peygamberi (asm) Arefe Günü devesinin üstünde Veda Hutbesini okurken hayal ettim. Her sözünü amcası Hz. Abbas (ra), amcaoğlu Hz. Fadl (ra), Hz. İbn-i Maktum (ra) ve diğer sahabeler diğer kişilere ulaştırmak için tekrar ediyorlardı. Arafat’da Veda Hutbesi’ni dinleyen yüz binden fazla sahabe vardı. Sözleri, kulaklarımdan damarlarıma hayat iksiri olarak akıyordu. Kalbimdeki kan bütün bedenime huzurla dağılıyordu. Bir müddet ruhum bedeninden çıkmış gibi nerede olduğumu hatırlayamadım. Hz. Peygamberin (asm) Veda Hutbesinde en son “Size dinî tebliğ ettim mi?” çağrısına sahabeler başlarını gökyüzüne kaldırıp: “Ettin!” sesi beni yıldızlara kadar yükseltip paraşütle yere indirmiş gibi heyecanlandırdı. Üç kez: “Şahit ol ya Rab!” dediğini duyar gibi oldum. Arafat’a baktıkça bu topraklarda hâlâ sahabelerin ayak izlerinin sıcaklığını ve seslerinde “Tebliğ ettin ya Resulullah (asm)!” sedasını duyuyor gibiydim.

Ziyaretimiz devam ediyordu. Kısa bir süre sonra otobüsümüz Müzdelife’ye vardı. Müzdelife, Şeytan taşlamak için, taş toplama yeriydi. Müzdelife’de imkân bulup taş toplamayanlara “Mina’da da taş toplayabilirsin” deniliyordu. Topladığım taşların toplam sayısı yaklaşık 70 olmuştu. O attığım taşlardan bir kısmı beni, nefsimi inciteceğini biliyordum. Taşlar bendeki büyük şeytanın sığınağı olan nefsimi şimdiden yaralıyordu. Müzdelife, “yaklaşmak, yakınlaşmak, yaklaşılan, yakınlaşılan yer” anlamlarını içinde barındırıyordu. Müzdelife’de Rabbime yaklaştığımı hissediyordum. Münzelife, kulağıma şöyle fısıldıyordu, “Toplanın, bir araya gelin!”

Sessiz ve sakin bir şekilde Mina’ya yaklaşıyorduk. Mina, sakin ve sessiz bir topluluk gibi bekliyordu. Gemiden inmeye çalışan yolculara güvenli bir liman gibi kucak açmıştı. Mina, gönül kayığımı yaklaştıracağım bir iskele oldu. Mina, ruhların rahat ettiği Gökyüzü kadar geniş ve huzur dolu bir kalp gibiydi.

Kurbanların kesildiği yerdeyim. Yukarıda Hz. İsmail’in (as) kurban olmaya hazır olduğu yerde görünmeyen bir ses yankılanıyor: “Sevdiklerinizden vazgeçer misiniz?” “İbrahim’in ayak izinden yürüyebilir misiniz? Saygıda kusur etmeyen İsmail olmayı hiç düşündünüz mü?” Kafam karışıktı. Kalbim bu kadar ağır yüke dayanamayıp gözyaşlarımdan yardım istedi ve bir çocuk gibi ağladım.

Otobüsümüz Mekke dışına, sıcaklığın kaynama noktası olduğu bölgeye geldi. Hudeybiye Camii’nin önünde durduk. Zahirde mağlûbiyet, yenilgi, çaresizlikti. Bir soluk daha yaşama şansı, eli bağlı, gözü kapalı düşmanla savaşmanın adı olmuş Hudeybiye. Muhatap olma, bir damla su olarak varlığını göstermenin adı olmuş. Bir tohum olarak toprak altında ölmek için yattığı yerden filiz vererek büyümenin adı oldu. İlk tescil, tanınma bayrağını dalgalandırılan yerin kendisi oldu. Kısa süre sonra tohum çatladı. Filiz olarak toprak üstüne boy attı. Büyüdü, büyüdü. Yıldızlara kadar uzayan bir ağaç oldu.

Mekke çevresinde O’nu (asm) selâmlayan ağaçları ve taşları aradım. Nur Dağı’ndan inerken gördüğüm her taşa ve ağaçlara selâm verdim. Nur Dağı çevresinden Mekke’ye kadar olan bütün taşları, otları, çalı çırpıları hatıra olarak selâmladım. “Onu gören var mı?” diye içimden çığlıklar attım.

Sevr Mağara’sı, Mekke’nin güneyinde sıra dağlar içinde yer alan tarihî öneme sahip bir mağaradır. Sevr mağarasına yürüyerek saatler sonra vardık. Önemli misafirlerini düşmana teslim etmeyen Sevr, Hz. Peygamber (asm) ve Hz. Ebubekir’i (ra) koruyan şanlı ve onurlu bir mağaraydı. O’nu (asm) tanıyan yalnız taşlar, ağaçlar, çalılar değildi. Güvercinler, örümcekler, mağaralar her şey O’nu tanıyordu. O’nun (asm) Rabbi (cc) O’nu (asm) bütün âlemlere tanıtmıştı. Sevr Mağara’sına uzun bir yolculuktan sonra çıkarken içimi bir korku sardı. Sevr, Allah iradesinin bütün hesapları bozduğu yerin adıydı. Bir an içim daraldı. Hâlbuki dağların insana güven verdiğini biliyordum. Sevr Mağarası’nın içinde korku şimşekleri çakıyordu. Korku ve ümit içinde mağaraya tebessüm ettim şükranlarımı bildirdim. Selâmlaşarak oradan ayrıldım. Bu günkü ziyaretimiz, otelimize dönmemizle son bulmuştu.

Yarın son günümüzdü. Hazine dolu bir odadan içeri girdiğimde: “Torbanı doldur!” dendiğinde, taşıyabileceğimin en son limitine kadar torbamı doldururdum. O gece son gecemdi. Bir türlü uyuyamıyordum. Torbamı gecenin son saatlerine kadar tıka basa doldurmalıydım. Gece 3.30’da ilk ezanla Kâbe’ye son tavafa gittim. Kâbe’nin bulunduğu en yakın yere vardığımda sanki bütün Mekke, Kâbe’nin etrafına toplanmıştı. 

Zor ve sıkıntılı dönüşler (tavaf) başladı. Tavaflar dualarla, selâmlarla devam ediyordu. Yedinci tavafın bittiği yerde oturup namaz kılma vaziyetine geçtim. Karşıya baktım. Hacerü’l Esvet ve Yemen’i bölgesi olan, Hz. Peygamberin sürekli namaz kıldığı bölgedeydim. Duâların kabul edildiği yerde namaza durmuştum. Son saatlerimi, umre ziyareti finalini mutlulukla bitirecektim, ama bu güzel yerde bu son namazın bitmesini hiç istemiyordum. Duâlarım ve sevincim birbirine karışmıştı. Kalbimi ise gece karanlığındaki yıldızlar gibi aydınlatıyordu.

Tavaf namazından sonra mutlu, huzurlu ve gönül hoşluğuyla otele döndük. Memlekete dönüş hazırlıklarına başladık. Cidde Hava Alanı’na giderken Osman Hoca: “İnşallah bu umre hayatınıza çeki düzen vermenize yardımcı olmuştur” dedi ve vedalaştık. Uçağımız akşam 09.00’da İstanbul’a indi. Uyumayan şehirlerin, kendine benzettiği uymayan insanlarını gördükçe bir ziyaretin insan hayatında neleri değiştireceğini sosyal hayata döndüğümde görecektim.

 

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar