Misbah Eratilla

Misbah Eratilla

Mail: m.eratilla@gmail.com

TAMARA

Bugünlerde onlarca insanın boğulduğu haberleriyle andığımız Van Gölü, bir zamanlar bir başka boğulma olayı ile konuşulmuş, konuşulanlar dilden dile dolaşmıştı. Bu olay Keşişin kızı Tamara ile Gevaşlı bir çoban arasında Akdamar Adası’nda yaşanan aşkın Van Gölü’nün mavi sularında trajik bir sonla noktalanmasıydı. 

Peki nasıl bir yerdir bu Akdamar, nasıl oldu ve nasıl kulaktan kulağa yayıldı bu aşk hikayesi, nedir bu hikâyeyi trajik klan, duymuşsunuz belki birçok şey ama bir de ben anlatayım istedim sizlere.

Toprak, bir ana gibi şefkatle Akdamar adasının kayalık sert toprağına dikilen badem ağaçlarına can verir her bahar. Kısa zamanda badem ağaçları çiçeklerle süslenir, ortaya tablo çekiciliğinde bir güzellik çıkar. Ve Akdamar, gölün ortasında çatılı büyük bir köşk gibi çevresine el sallar.

O dönem, kıyıdan adanın içlerine doğru gidildiğinde eğik bir merdivenden çıkılır gibi tatlı bir yokuş ile zirveye tırmanılırdı. Zirveden etrafa bakıldığında ada bir hapishane, bir inziva yeri gibi sessizdi.

Adanın üzerini korku ve yalnızlık bir gölge gibi örtmüştü. Güneş ışığını çekti mi adanın üzerinden, sırlarla dolu sevimsiz bir şatoya dönüşürdü. Ada, merak edilen esrarengiz ulaşılmaz Kafdağı gibi bir yer olarak çevreye nam salmıştı. Mahrem bir oda gibi hep ilgi çeker ve orada ne var diye kafalarda hep soru işaretleri olurdu. Güneşin ilk ışıklarıyla yere çöken bir boğa gibi adanın silueti dikkat çekerdi. Koşarak gelen güneş ışınlarının boy atmasıyla ada gülümseyen bir çocuk gibi masum bir görüntü sergilerdi. 

Adanın karşısında yüreklere korku salan Artos dağı ise güneşin ilk ışıklarını sırtında taşıyarak çevreye huzur dağıtırdı. Dağın arkasında da günlük hayatı çiftçilik ve hayvancılıkla sürdüren Gevaş’ta herkes ayakta ve işinin başında idi. Dağın eteklerine yapışan çeşit çeşit ağaçlar ve bitkiler ise ilk ışıkla gülümsüyordu.

Gevaşlı genç çoban sabahın kör karanlığında köydeki küçükbaş hayvanları kapı kapı dolaşarak topladı. Köyün çıkışına vardığında güneşin ilk ışıkları ona hoş geldin diyerek buz gibi olmuş sırtını ısıttı. Çoban sürüsüyle birlikte adeta göğe yakın koca dağa doğru tırmanarak yavaş yavaş yola koyuldu. Sürü uzun ve zahmetli bir tırmanıştan sonra dağın tepesine vardı. Tepede güneşin yakıcı ışıkları onu iyiden iyiye ısıtınca üzerine yapışan soğuk bir ölü sinek gibi düştü. Öğleye doğru gözleri kamaştıran güneşin altında sürüsünü otlata otlata sürdü. Dağın göl tarafındaki sırtında geldiğinde sürüyü el değmemiş otlağa götürdü. Çoban bir kelebek hassasiyetiyle dik bir merdivenden iner gibi dağın eteğinden göl tarafına doğru yavaş yavaş indi. Göl kıyısına vardığında güneşin dik ışıkları çobanın gözlerini aldı. Çoban rüzgârın esmediği güneş ışıklarının gelmediği kuytu bir yer bularak sürüsünü oraya sürdü. Azık olarak getirdiği tandır ekmeği, otlu peyniri ve su dolu testisini eşeğinin heybesinden çıkardı. Temiz ve güzel havada yemek yerken öğle ezanı okuyalı çok olmuştu.

Çoban göle girmek için önce parmak ucunu suya daldırdı. Suyun ılık olduğunu anlayınca üzerindeki giysileri çıkardı ve göle girdi. Özlemini çektiği suya daldığında ruhu huzur ve sonsuz bir mutlulukla doldu. Bir müddet yüzdükten sonra yorgunluğunu atmış bedenine yeniden can gelmiş gibi dinçleşti ve sırt üstü sıcak kumların üstüne uzandı. Bir müddet sonra ayağa kalktı üzerine yapışan kumları silkeleyerek eşeğinin heybesindeki balık ağını çıkardı ve ağı göle fırlattı. Balık tutmanın sabır işi olduğunu bildiğinden bir süre öylece bekledi. Ağın kıpırdadığını görünce ağı yavaş yavaş kendine doğru çekti. Ağ geldikçe heyecanı arttı. Takılan birkaç balığı görünce “bu da iyi” diyerek balıkları ağdan çıkardı. Bir müddet sonra gölün cömertliğine güvenerek ağını bir daha suya serdi. Bu sefer ağa takılan balık sayısı onu iyiden iyiye sevindirdi. Balıkları tek tek ağdan çıkardı ve kumların üstüne attı. Arka cebinden çıkardığı çakısı ile balıkların içini temizledi. Etrafta topladığı çalı çırpıyla bir ateş yaktı. Ateşin ortasına yerleştirdiği taşın üzerine balıkları serdi. Pişen balığın kokusu çobanın iştahını iyiden iyiye kabarttı. Kızarmış balıkları yerken gölün karşısında bir tablo gibi ona el sallayan adaya uzun uzun baktı.

Uzun zamandır kendi kendine sorduğu soru bir daha aklına düşmüştü. Bu adaya niye kimse gidemez, neden yasak diye onu sürekli rahatsız ediyordu. Orada ne var diye gözlerini oradan bir türlü ayıramadı.  Hâlbuki ada kıyıya ne kadar da yakın görünüyordu. Elini uzatsa değecek gibi de yakındı. Bir an kafasında şimşek çakar gibi bir fikir oluştu. Sürüsüne dönüp uzun uzun baktı ve sonra adaya baktı. Adadan gözlerini ayırmadan yüzebilir miyim diye kendi kendini ikna etmeye çalıştı. Adada ne var sorusuna cevap bulmak için ani bir kararla kendini gölün suyuna attı. Kulaç attıkça huzur buldu, gücüne güç geldi. Göl yüzmesi için bir yatak gibi kucağını açmıştı. Havanın berraklığı, güneşin tatlılığı, suyun dostluğu ve merakın sağladığı enerji, çobanın neşesine neşe katmıştı. Bir müddet kulaç attıkça sanki ada ondan uzaklaşıyor gibi oldu. Yorgunluğunu gidermek için suda sırt üstü uzanarak dinlenmeye çalıştı. Merak denilen o tatlı uslanmaz ve doymaz duygu kulacına hız verdi. Adaya yaklaştıkça küçük dağcık gittikçe büyüdü. Ağaçların sayısı ve üzerlerine giydikleri yeşil örtüler daha belirginleşti. Taş ve kayaların bakıra çalan renkleri göze daha hoş görünmeye başladı. Gevaşlı çoban adaya yaklaşırken son gücünü kullanarak, temiz berrak suyun sessizliği içinde nihayet adanın kıyısına vardı. Yabancı bir eve girer gibi korkuyla etrafına bakındı. Islanmış bir palto gibi sudan çıktı ve yukarı doğru yürümeye başladı.

Bir merdivenden yukarı çıkar gibi dağa tırmandı. Islak, yorgun ve merakla yürüdü. Sık badem ağaçların arasından tepeye doğru tırmanmasına devam ederken etrafta kim var diye sürekli bakındı. Geldiği kıyı ona çok uzak görünüyordu. Badem ağaçları arasında bir tavşan ürkekliğiyle adayı dolaşmaya başladı. Kalın gövdeli yaşlı bir badem ağacının üstüne çıkarak etrafı gözetlerken bir kıpırtı duydu. Kıpırtının geldiği yöne baktı. Birden badem çiçeklerinin hareket ettiğini görünce sessizce ağaçtan indi ve kıpırtının olduğu yere yaklaştı.

Çoban, yeni açan badem çiçeklerini koparıp başına taç yapan bir kız görünce heyecanlandı. Kız birini bekliyormuş gibi bir eliyle sürekli başındaki çiçekleri düzeltirken diğer elindeki çubukla yere bir şeyler çiziyordu.  Çoban kızı daha iyi görmek için ağaçların arasından biraz daha yürüdü, birden kızla göz göze geldi.

Çoban kalbine tonlarca mutluluk, huzur ve sevgi yağmış gibi kendini başka bir boyuta geçmiş gördü. Kalbinin sesi onu aldı ve hiç görmediği bir dünyaya götürdü. Birden boynuna bir ip takılmış gibi kıza doğru birkaç adım attı. Kız buz kesilmiş gibi hareketsizdi. Yüzünün kanı çekilmiş, ölü gibi duruyordu. Kaçmak istedi yere çakılmış gibi kımıldayamadı. Kız şoku üzerinde attı ve genci süzmeye başladı.

Yüreğinde hiç tatmadığı heyecana anlam veremedi. Zaman durmuş dünya dönmüyordu sanki. Genç çoban, yüreği ve dünyası bu kızın bir anlık bakışıyla nasıl değiştiğine bir türlü anlam veremedi. Kalbi kaynayan bir tencere gibi tatlı ve acıyı birden hissetti. Genç çoban bir an gözlerini kızdan ayırdığında dehşete düşer ruhu bedeninden ayrılmış gibi kendini karanlığa gömmüş hissetti. Kalbi aklını esir almış aşkın ayakları altında eziliyordu. Henüz ismini dahi bilmediği bu kızın aşk şelalesinden aşağıya düştüğünün farkında bile değildi. Altın sarısı saçlarına badem çiçekleri takan kız ile Gevaşlı genç karşı karşıya geldiklerinde iki kaya gibi öylece hareketsiz ve sessizce durdular. Kalpleri hiç durmadan birbiriyle konuştu durdu.

Kız ve genç çoban hayatlarında ilk defa gönülden gönüle bir yola açılmıştı. Milyonlarca yıl beraber yaşamış gibi bir yakınlık hissi yayıldı bedenlerine. Ezel ve ebet arasında bir hayatı beraber yaşanmış gibi kalpleri huzur ve mutluluk ile doldu. Birkaç dakika beraberlik onlara zaman içinde asır gibi uzun geldi. Aşkları gönüllerinde silinmez bir dövme ile nakşedildi sanki.

Genç çobanın ağzından bir kelime düştü:

“Ben karşı kıyıda Gevaş köyünün çobanıyım. Buraya merakımdan geldim”

Bunu derken ter içinde kalmıştı.

Kız:

“Benim de adım Tamara”

Sanki zümrüt ve yakuta sarılı bir söz dökülmüştü ağzından. Çobanın yüreğine ‘Tamara’ ismi dağlanarak yazıldı o sıra.

Çoban:

“Sen kimsin, kimlerdensin?”

Kız:

“Hele sen söyle sen kimsin ne ararsın buralarda”  

Çoban şaşkın ve mağrur bir yüz ifadesiyle, “Karşı kıyıda bir çobanım. Her gün sürümü göl kenarına otlatmaya getirir akşama doğru Gevaş’a geri götürüyorum. Gevaş’ta kimim kimsem yok. Göldeki martılar ve balıklar ile arkadaşım, sürümü göl kenarında dinlendirirken gölün dalgalarıyla kucaklaşır kumlarla oynaşırım,” dedi.

Tamara çobanın sıcak ve samimi sözlerini gözünü kırpmadan gönül kulağıyla dinlerken korkusu ve şaşkınlığı geçince kendini güvende hissetti ve anlatmaya başladı:

“Adada büyük bir manastırda yaşıyorum. Babam buranın baş keşişidir. Benim de öyle fazla arkadaşım yok. Adada bunalıp sıkılınca badem ağaçlarıyla dertleşir göle ve dağlara seslenirim.” 

Böylece Tamara ve genç çoban süre olarak kısa ama anlam bakımında asırları içine alan tanışmalarından sonra bir daha buluşmak üzere sözleşirler.

Çoban adadan ayrılırken acı ve sevinci bir tasta içti. Kalbini bir bohçaya sarıp Tamara’nın kalp sandığına kilitleyerek bıraktı ve anahtarı da gölün derin sularına gömdü.

Tamara’nın yüreğine düşen aşk iç dünyasında onu pembe bir yolculuğa çıkardı. Bu yolculuk anın her saniyesini zihninde tekrar tekrar canlandırarak mutluluğu doya doya yaşadı. Aşkı yüzünden ne uyuyabiliyor ne de yemek yiyebiliyor ne de yerinde durabiliyordu. Bazen yüzü öyle bir hüzünle kaplanıyordu ki adeta içinde kıyametler kopuyordu.

Tamara, akşam yemeğinde masaya oturmadı. Babasına “iştahım yok” diyerek erkenden odasına çekildi ve aşkın o ölümsüz anlarını bir daha tekrar tekrar zihninde canlandırarak yudum yudum içti. Gece hasret ve ayrılık kör bir yılan gibi boğazına sarıldı. Uçurumun kenarına sürükleyen bir soru onu birden dehşete düşürdü:

“Ya onu bir daha görmesem”

Ölümden daha ağır bir ayrılık acısı geldi yüreğine oturunca bir türlü sabah olmadı.

Gevaşlı genç kalbini bir sanduka içinde bıraktığı ve anahtarını göle attığı aşkını geride bırakarak ruhsuz bir ceset gibi göle atladı. Her kulaçta Tamara’dan uzaklaşırken yüreği bir çalıya takılmış gibi acı hissetti. Kıyıya vardı ve sürüsünü Gevaş’a doğru yola çıkardı. Kalbinin esir kaldığı adaya son bir defa daha bakarak “Ah Tamara” derken yüreğindeki kanamayı hissetti. O geceyi kutsal bir gece bildi ve Tamara ile yaşadıklarını sabaha kadar uyumadan zihninde çevire çevire o anı yaşadı.  

Sabah ezanı okunduğunda uykusuz gözlerinden mutluluk aktı çobanın. Görünmez çelik bir el boynundan tuttuğu gibi onu yataktan kaldırdı. Diğer günlerden daha erken hazırlandı. Sürüyü toplamak için kapıları tek tek çaldı. Gönlünün esir alındığı adaya gitmek için hızlı adımlarla sürüyü göl kenarına doğru sürdü.

Adaya gitmek için öğle saatlerine kadar ancak sabredebildi. Birden kendini suyun içinde buldu ve kulaçlarını birbiri ardına atmaya başladı. Ada onu mıknatısın demiri çektiği gibi kendine çekti. Çoban bu dayanamaz çekime karşı bir nefeste adaya vardı.

Tamara, sabahın erken saatinde manastırdan çıkarak yaşlı bir badem ağacının tepesinde umutsuzca çobanı bekledi. ‘Gelemez, göremem bir daha’ diye düşünüyordu hep çünkü… Ama o da ne? Karşı kıyıdan yüzerek gelen çobanı kıyıya yaklaştığını görünce ölmüş bedenine can geldi. Hemen ağaçtan indi bir kuğu endamıyla kıyıya doğru koştu.  

Tamara’nın “onu nasıl bulabilirim” korku ve endişesi çobanın adanın kıyısına varmasıyla son buldu. Yüz yıl birikmiş mutluk ve huzuru bir anda içine çekmiş gibi bir duygu yoğunluğu yaşadı. Tamara adadaki tehlikenin farkında olduğundan onu kimsenin göremeyeceği ağaç dallarının en gür olduğu adanın kuzey burnuna götürdü. Kayalık ve taşlık olan bu yerde rüzgârdan oyulmuş bir kaya oyuğuna sırtlarını dayadılar. Bir müddet kaçamak bakışlarla susarak konuştular. Geceden yorgun ve uykusuz gözler aşkın sarhoşluğuyla dünyayı ve her şeyi ellerinin tersiyle iterek bakıştılar.

Bin yıla ancak sığacak mutluluğu doya doya o anda yaşadılar. Kim olduğu, nereli olduğu, kimlerden olduğu, dini, mezhebi ve ırkı ne olduğu bir toz tanesi kadar önemi ve anlamı yoktu. İki beden bir kalbe sığmıştı. Onlar hayalleri ile kendilerine mutlu bir dünya kurdular.

Çoban birden yüreğine bir iğne batmış gibi ayağa kalktı “Tamara buluşmalarımızdan zarar görürsen ben ne yaparım” diyerek buluşmayı kısa keserek sessizce suya atladı ve kulaçları onu geldiği kıyaya götürdü.

Artık çoban için Tamara’yı görmek onunla olmak hayatın tek amacı olmuştu. Her sabah erken saatlerinde sürüsünü alır köyden çıkarır ve bir an önce adaya varmak için hızlanır ama yüreği kadar hızlanamaz.

Tamara da sabahın erken saatlerinden bir ağacın tepesine çıkar ve çobanı bekler. Öğle saatlerine doğru çoban kıyıda görününce Tamara ona eskiden görüştükleri yere “gel” diye el işaretinde bulunur. Buluştukları kaya kovuğuna gelirler ve sırtlarını bir kayaya dayarken huzur ve mutluluk gönüllerini kaplar.

Tamara çobana “Gevaş’ta kimin kimsen yok mu?”  diye sorar. Çoban, “yıllar önce annemi birkaç yıl sonra da babamı kaybettim. Köyde kimim kimsem yoktur. Birkaç yıldır köyde çobanlık yapıyorum” dedi. Çoban yüreğini Tamara’nın avuçlarına bırakır ve sözlerine devam eder” Anlayacağın şimdiye kadar beni hayata bağlayacak hiç bir bağım yoktu. Seni tanıyınca senin olduğun her şeyi seviyorum. Artık sabahları seni bir an önce görebilirim diye sevinciyle uyanıyorum,” der.  Tamara çobanın hep konuşmasını ister. Sesi ona dokunaklı bir müzik parçası gibi gelir. Tamara çobana “Adada doğdum ve manastırda yıllarca eğitim aldım. İyi bir rahibe olmak için yetiştirildim. Adada birkaç keşiş ailesi ve yaşıt olan ve beraber eğim gördüğü keşiş kızları da var. Bir yıl önce annem ölünce babam bana hem annelik hem de babalık yaptı. Manastırın en çalışkan ve iyi öğrencisi olduğundan diğer kızlar beni kıskanır babam ise benimle gurur duyar. Annemin ölümünden sonra yalnız kaldım. Kız arkadaşlarımla pek anlaşamadığımdan hep yalnızım” dedikten sonra Çoban, Tamara’ya gündüz buluşmalarının çok tehlikeli olabileceğini ve hatta zarar görebileceği endişesiyle gece buluşmalarına karar verirler. Tamara çobana gece herkes istirahate çekilip uykuya daldığında yakacağı fener ışığını işaret kabul ederek adaya yüzerek gelmesini söyler. Çoban, adaya yüzerek gitmek için yanacak feneri gerilmiş yaydaki ok gibi bekler. Tamara babası uyuduktan sonra feneri yanına alır ve pencereden yavaşça aşağı iner. Sessiz adımlarla çobanla ilk buluştukları kıyıya gelir ve feneri yakar. Çoban bir ok hızıyla suya atlar. Kulaçları onu yanıp sönen kıyıdaki fenere doğru götürür.  

Tamara, çobanla anlaştıkları gibi babası uyuduktan sonra o akşam feneri yanına alır ve pencereden yavaşça aşağı iner. Sessiz adımlarla çobanla ilk buluştukları kıyıya gelir ve feneri yakar. Fenerin yandığını gören çoban bir ok hızıyla suya atlar. Kulaçları onu yanıp sönen kıyıdaki fenere doğru götürür.

Çoban elinde fenerle bekleyen Tamara’yı gördüğünde bedenindeki yorgunluk uçar kara bulutlarla kaplı zihni birden bir bahar sabahı gibi berraklaşır. Gece, onlara yıldızlardan bir çadır kurar ve saatler boyu üzerlerine huzur ve mutluluk yağdırır. 

Zaman hızla yol alınca hain bir düşman gibi vaktin geç olduğu uyarısıyla onları pembe rüyalarından uyandırır. Çoban suya atlayıp karşı kıyıya kulaç atarken kalbi hüzün ile dolar. Kıyıya vardığında giysilerini giyer, gece karanlığında yürüyerek Artos dağını aşar ve sabah imsak vakti ile köye varır. 

Dinlenmeden yiyeceğini eşeğin heybesine yerleştirir ve hemen sürüyü toplamaya başlar. Sürüyle dağın zirvesine vardığında sırtı güneşin ilk ışığıyla ısınmaya başlar. Gözleri uykusuzluktan, bedeni yorgunluktan dökülmesine rağmen göl kenarına varır. Kıbleye yönelmiş gibi adaya bakar. Öğle arası sırtını bir kum tepeciğine yaslayıp uykuya dalar. Uyandığında bedeni tüm yorgunluğunu kumlara boşatılmış gibi kendini rahat hisseder. Heybesinden çıkardığı yiyecekten birkaç lokma yemeye çalışırken gözü adadan başka bir yöne sapmaz.

Akşama doğru sürüsünü alarak köye döner. Hiç dinlenmeden buluşmaya gitmek için havanın kararmasını bekler. Hava kararınca kanatlanan bir kuş hızında koca dağı aşıp göl kenarına bir solukta varır. Eli yüreğinde karşı kıyıda yanacak fenerin ışığını bin bir sabırla beklemeye başlar.

Her dakikası yıllar kadar uzun ve zahmetli süren bu bekleyiş ürpertir onu:

“Ya gelmezse ya benden vazgeçerse!”

Bu düşüncelerle başına bir taş düşmüş gibi sersem olur. Ama birazdan birden fenerin yanıp sönen ışığını görünce kötü düşünceler aklından uçup gider ve hemen suya atlar.

Her attığı kulaç onu huzur ve mutluluk dolu aşkına yaklaştırdı. Nihayet kıyıya vardığında fenerin ışığıyla Tamara’nın güzelliği gözlerini kamaştırdı. Tamara, sudan çıkan çobanın üşümemesi için evden getirdiği birkaç giysi ve kilimi uzatarak:

“Bunları giy, kilimi de üstüne at üşüteceksin.” Dedi.

Çoban Tamara’nın getirdiklerini elinden aldı. Giysileri giydi ve kilimi sırtına attı. Oyulmuş kayaya sırtlarını yaslayarak yıldızları seyrettiler.

Çoban uzun bir sessizlikten sonra:

“Ne olacak bizim sonumuz Tamara?” dedi aniden.

Tamara derin bir kuyuya düşmüş gibi derinden gelen bir sesle:

“Bilemiyorum!” dedi.

Çoban kararlı bir sesle konuşmaya devam etti:

“Tamara; seni görmek, sesini duymak, sana uzaktan da olsa bakmak bana yetiyor. Sen varsan ben varım. Seni bir an görmek için ömür boyu gölde kulaç atarım. Senin yolunda yorulmak, zahmet çekmek ve her türlü sıkıntıya katlanmak benim için zevktir. Ancak senin olmadığın bir dünyada benim de olmayacağımı iyi bilmelisin!”

Tamara da, “Senin olmadığın bir hayatta bende olmam. Benim tek korkum senin bu buluşmalarda zarar görmendir. Sana bir şey olursa yaşayamam.” diye cevap verdi.

O gece konuşmaları geç saatlere kadar kalpten kalbe seferlerle sürdü. Birden akıl devreye girince çaresizlik ikisini de sarstı. Aşklarının hassas ve kutsal dairesi şiddetli bir fırtınaya tutulmuş gibi titredi. Böylece her buluşmalarında aşkı ve korkuyu beraber yaşamaya başladılar.

Çobanın sırat köprüsünden geçişleri yaklaşık altı ay devam etti. Havalar soğuyup su sertleşince de hasret onu her gece yüzerek adaya getirdi. Bu zahmetli buluşma sonraları çoban işini aksatmadan devam etti. Yine sabahın erken saatlerinde sürüsünü topladı ve göl kıyısına otlatmaya götürdü.

 

Tamara’nın yüzündeki sevinç ve endişeli hali babasının dikkatini çekti ama gençlik diyerek üzerinde durmadı. Bazı geceler kaybolması da babasını endişelendirmedi. Ama bazen de Tamara’nın uzun süre diğer kızlardan uzak durması ve sürekli düşünceli hali babasının dikkatinden kaçmadı. Gece fenerle adada gezdiği söylentisi kızları daha da şüphelendirdi.  

Kızlar bu şüphe üzerine Tamara’yı takibe başladılar. Tamara takipten habersiz bir gece geç vakitte babası uyur uymaz feneri alır ve kıyıya gider. Feneri yakıp söndürür. Bu durumu izleyen keşiş kızları ne olacak diye badem ağaçların arasında onu izlemeye başlarlar. Bir müddet beklediklerinde kıyıdan yüzerek gelen çobanı görünce:

“İşte şimdi yandın Tamara!” diye söylenirler. Tamara ile buluşmasını çobanın geri dönmesine kadar izlerler.

Böylece kızlar, onlardan daha güzel, daha zeki ve becerikli olan Tamara’yı alt edecek bir fırsat ele geçirirler.

Kızlar, vakit kaybetmeden sabah evden çıkan baş keşişe Tamara’nın gece geç saatlerde kıyıya gidip yaktığı fenerle karşı kıyıdan yüzerek gelen bir erkekle buluştuğunu söylerler. Baş keşiş böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söyler ama zihnine acı bir şüphe de düşer.

Gece baş keşiş Tamara’yı takip eder ve olayı gözleriyle gördüğünde ruhu bedeninden çekilmiş gibi saatlerce kendine gelmez. Baş keşiş kendi kendine:

“Manastırdaki yerim itibarım bitti!” diyerek alabora olmuş bir sandal gibi yere yığılır.

“Ya bu mesele Hristiyan dünyasında duyulursa ne olacak. Sokağa çıkacak yüzüm kalmayacak” diye içi içini yer.

Baş keşiş duruma çözüm bulmak için uzun bir süre odasına kapanır. Ertesi gün akşama kadar odasından çıkmaz. Nihayet ne yapacağına karar vererek her gece uyur gibi yapıp kızını takibe başlar. Havanın fırtınalı, yağmurun şiddetli ve dalgaların bir boyu aştığı bir gecede çoban zarar görmesin diye Tamara feneri yakmaz ve eve döner. Baş keşiş Tamara’nın eve döndüğünü görünce manastırdan bir fener alır. Tamara’nın feneri yaktığı yere gelir feneri yakar. Fenerin yönünü sonra sağa sola sallamaya başlar.

Uzun süre fenerin yanmasını bekleyen çoban köyüne dönmek üzereyken fenerin yandığını görünce hiç beklemeden gölün soğuk sularına atlar. Bir boy büyüklüğündeki dalgaları kulaçlayarak fenere doğru güçlükle yol alır. Baş keşiş manastırın kayığına binerek elindeki fenerle adadan uzaklaşarak gölün ortasına doğru gelir ve çobanı adanın dışına çeker. Dev dalgalar arasında kulaç atan çoban tüm gücünü harcayarak bir türlü adaya varamaz. Baş keşiş haftalardır kafasında tasarladığı planını bu gece uygulama koyar. 

Böylece çobanın sulara gömülmesi ile manastır ve Hıristiyan dünyasındaki itibarı geri gelecekti. Kendisi için büyük bir zül olan Müslüman bir çobanla kızı arasındaki aşkı kimse duymadan sulara gömülecekti. Baş keşiş bu gece bittiğinde beladan kurtulduğu için bayram yapacaktı.

Tamara eve gelir.

Çoban ne yapıyor diye düşünürken babasının yatağında olmadığını görünce bir şüphe ateşi düşer yüreğine. Koşarak dışarı çıkar ve babasını aramaya başlar.

Rüzgârın sürüklediği derinden bir ses duyar:

“Ah Tamara, ah Tamara!”

Yüzmekten gücü tükenen çoban yüksek dalgaların arasında bir taşın suya varması gibi suyun dibe varır. Çığlığı duyan Tamara babasının bir oyunu olduğunu anlar ve çığlıkların geldiği tarafa doğru koşmaya başlar. Bir deli gibi oraya buraya koşar ama bir şey göremez.

Tamara çobandan ümidini kesince buluştukları kıyının üstündeki yüksek kayalığa çıkar kollarını göğe doğru öfkeli bir şekilde kaldırır, ayaklarını birleştirir ve sana geliyorum diyerek kendini gölün hırçın dalgaları arasına bırakır.

Çobanın soğuk dalgalar arasında son nefesini verirken “Bunu bana niye yaptın Tamara!” diye bağırması Tamara’nın yüreğini ölümden beter yakar. Çobanın onu bin bir zahmetlerle görmeye gelmesi sonucu ihanetle ölmesi kalbine affedemez bir yük bindirir.

Mutlu günleri bir sinema şeridi gibi gözlerinin önüne gelir:

“Çobansız her anım cehennem azabı!” diyerek aşkının bedelini ödemek üzere kendini soğuk suların ve dalgaların kollarına bırakır.

Bedeni gölün dibe çökerken yüzünde mutlu bir gülümseme belirir. Nihayet iki sevgili Van Gölü'nün dalgalı soğuk sularının dibinde kavuşur. Bu kavuşmanın üzerinden binlerce yıl geçse de aşkın o yüksek asaleti ve ihanetin çirkin yüzü hep anlatılıp durdu bugüne dek. Tamara ve çobanın aşkı taze bir ekmek gibi sıcaklığını hep korudu.  

 

 

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar