Adil Harmancı

Adil Harmancı

Mail: adilharmanci30@gmail.com

Suç kimde?

Cezaevlerinde yüzbinlerce düzen mağduru insan var ve tabi her hafta cezaevi yolunda düzeni altüst olan milyonlar… Herkes yüzüncü yıl vesilesiyle bir af yasasının yürürlüğe gireceğini bekliyordu ancak şimdiye kadar bu olmadı. Sanırım devlet bu tavrıyla kendisinin suçsuz olduğunu söylemeye çalışıyor. Ama öyle değil, Türkiye’de işlenen siyasi suçların da adli suçların da temelinde var olan devlet çarkının işleyiş biçimi var. Devletin, yönetimsel olarak ortaya koyduğu performans var. Bir ülkede düzen ne kadar sıkıntılıysa suç oranı da o oranda yüksektir. Kimlik ve inanç tartışmalarını da eklediğimizde kabul edelim ki Türkiye de kurulalı beri sorunlar yumağı içindeki bir ülkedir. Ülkeyi yönetenlerin, hapiste olmanın gerekçesinin az bir kısmını bu sorunlu yapıda ve kendilerinde sayması gerekmiyor mu? Düzen, sütten çıkmış ak kaşık mıdır?

Hayır, hiçbir düzen sütten çıkmış ak kaşık değildir. En demokrat, en eşitlikçi, en adaletli gözüken ülkeler bile türlü sorunlarla karşı karşıya kalabiliyor, o sorunlar suçlu üretebiliyor. Kaldı ki Türkiye yüz yıldır bir düzen tutturamamış, bu nedenle de ülke şu anda suçlu üreten fabrika gibi…

Peki, suç düzende deyip suç işleyenleri hoş görmek mi lazım? Hayır, bu da doğru değil, elbette ki eldeki yasalar uygulanır, kuşkusuz suçu önlemede bu da bir gerekliliktir ancak suç tek başına kişiyi yargılamakla, cezalandırmakla önlenemez, suç, var olan düzeni makul hale getirmekle, var olan sorunları asgariye indirmekle önlenir, tabi o da belli oranda önlenebilir.

Neden suç belli oranda önlenebilir peki? Çünkü insan denen varlık, ne yapılırsa yapılsın her canlı gibi sorun üretmeye meyilli bir organizmadır. İnsan, dün avcılıkla geçinirken de öyleydi sonrasında toprağı işleyip kendini av haline getirirken de ya da bilişim araçlarına sahip olurken de... İnsan diğer canlılardan farklı olarak zamanla elleri sayesinde büyük bir deneyim sahibi oldu. Ama yine de bu deneyimini hep karşısındakini alt etme ya da yok etme şeklinde kullandı, kullanmaya da devam ediyor.

Neden bu böyle peki? Çünkü her canlı gibi hayatta kalma mücadelesi insan için de en geçerli davranıştır. Dini ve ahlaki kavramlar iddia edildiği gibi suça birer kalkan falan değil, bunlar yaşam pratiğinde tamamen soyut kavramlardır ve etkisizdir. Bunlar aykırıyı önlemede birer kalkan değildir. Yani insan felsefe de öğrense, mantık da yürütse, kafasında kendisini cezalandıracağını düşündüğü bir tanrı da yaratsa, herhangi bir sorun karşısında yaşamını sürdürebilmek için o sırada çıkarı nasıl uygun düşerse tavrını ona göre belirler. Mesela basit bir örnek; Zorlanacak derecede aç kalmışsa eğer bir insan, normal bir yoldan edinemezse günah ayıp dinlemez ilk fırsatta farklı yöntemlerle karnını doyurmaya kalkışır; dilenir, çalar, zorbalık yapar, ama ayakta kalmak için ne gerekiyorsa yapar. Tüm canlılarda sorunlar karşısında direnme ve kalkışma refleksi ortaktır. Bu sadece insana özgü bir şey de değildir, gezegendeki her canlı var olma mücadelesi içindedir. Kelebeğin ömrü bir gün de olsa o süre içinde tehlikeden kaçmaya çalışır, kendini savunur, örümcek ağına kapıldığında kurtulmak için çırpınır. Arıyı rahatsız ettiğiniz anda sizi sokar. Kedi korktuğunda tırmalar. Karınca, yuvasına yiyecek taşırken yolunu kestiğinizde, yuvasına ulaşmak için mutlaka başka bir yol dener. Balık yaşamak için kendi türünü yer tıpkı insanın insana yaptığı gibi.

Tabi elleri üretmeyen ve bu nedenle duygu dünyası oluşmayan doğadaki canlılardan farklı olarak insanın bir de duygu meselesi var; âşık olur, kıskanır, ağlar, öfkelenir, bazen duyguları tatmin olmayınca da tepki gösterir, etrafına zarar verir. 

Kısacası insan, ilkel dönemden itibaren deneyimi arttıkça sorunları da artan bir varlık haline gelmiştir. Bilgi edinirken aynı anda sorun da edinmiştir. Bazen her bilgi insan için başlı başına bir soruna dönüşmüştür. Silahlar bu nedenle çeşitlenmiştir, savaşlar bu yüzden çıkmış ve devam etmektedir. Devletler bu nedenle kurulmuş, insanlar kendi arasına bu nedenle sınırlar çekmiştir. Belki ilk başta coğrafi şartlardan dolayı farklı diller oluşmuş ama aslında tek ırk olan ve bugün tek dili konuşması gereken insan bu nedenle tek dili ve sınırların olmadığı bir yaşamı düşünmüyor, düşünemiyor. Teknoloji sayesinde dünya köye dönüştü ama ayrılıkta direnme sürüyor. Her devlet bir diğer devleti düşman bellemeye devam ediyor. Her devlet daha fazla silah edinmek için varını yoğunu harcıyor. Toprak işgalleri sürüyor, daha yok edici savaşların neredeyse eli kulağında.

Peki, duygusu olan, düşünen, üreten, bilgi edinen, doğruyu yanlışı konferanslarda bangır bangır bağıran insan neden halen kendi ırkına düşman? Neden devletler savaşları bitirmek için ortak bir yol bulmuyor? Neden aradaki sınırları kaldırıp ortak bir yaşama yönelemiyor? Neden gezegen tek devlete, doğa için ve her tür canlı için adalet ve eşitliğin sağlandığı insan devletine dönüştürülemiyor? Mesela bu söylediklerimi güya uygulamaya çalışan sosyalist ülkeler neden kısa sürede havlu attı?

Cevabı çok basit; üretim araçları, geçim araçları, çıkar ilişkileri, koruma içgüdüsü geliştikçe, sınırlar günden güne aşılmaz hale geldi, bu da insanda var olan korku, yabancılaşma ve bencilliği daha da artırdı. Korku, yabancılaşma ve bencillik ise kural tanımazlığa ve suç işlemeye en uygun hallerdir. Korku, yabancılaşma ve bencillik, empatiyi yok eden unsurlardır.

Demek ki, hapistekini de lanetli diye damgalamadan önce kurulu düzeni gözden geçirmek gerekiyor. Suçu oluşturan unsurları atlamamak gerekiyor. İdam ederek, hapse tıkayarak, bin yıllara varan cezalar vererek kişiyi suçtan caydırmak mümkün olmadı bugüne dek. Demek ki suçun kaynağına inilmiyor, suçun gerekçeleri ortadan kaldırılmıyor ki suç kendini tekrar ediyor. Mesela uyuşturucu ticaretinden senelerce hapiste tutulan birinin çıkar çıkmaz yine uyuşturucu ticaretine devam etmesi gibi. Çalanın tekrar çalması, şiddet uygulayanın aynen devam etmesi gibi. Ve diğer tüm suçların bir türlü önünün alınmaması… Kısacası, suçun sosyolojisi incelendiğinde suçlunun toplumun “yaramaz çocukları” olmadığı anlaşılacaktır. Önlemi de ona göre almak gerekir.

Peki, iyi bir düzen, eşitlikçi, hakkaniyete dayalı, hoşgörülü, refah düzeyi yüksek bir ortam yarattığınızda suç işlenmeyecek mi? Evet, işlenecek ama çok başlıklı sorunların olduğu bir düzendeki kadar olmaz. İnsanın, doğadaki her canlı türü gibi kendine has bir refleks biçimi var. Çabuk tepki verir. Sürekli bir arayış içinde olması, var olanla yetinmemesi, değişimi arzulaması, kıskanması, intikam alma duygusu, inanç ve geleneklerin oluşturduğu çelişkiler, bunların tamamı kişiyi suça hazırlayan özellikler. İşte, burada uyarıcı ve caydırıcı cezaların, eğitimin, bilginin, kültürel faaliyetlerin bir hükmünden söz etmek mümkün. Sorunlarını asgariye indirmiş toplumlarda bilgilendirmeye yönelik çabalar sonuç alır. Ayıp, günah, yazık gibi kavramlar karşılık bulur. Ama karmaşanın üst düzeyde olduğu toplumlarda bunların çok fazla etkisi olmaz.

Hapistekiler için bazen af, cezalarda indirim gibi yasalar çıkarıldığında toplumda şöyle bir ses yükselir:

“Yine çıkıp suç işleyecekler”

Ama aynı toplum aslında her gün dışarıdakiler tarafından suç işlendiğini hesaba katmaz. Huzursuzluğun baş müsebbibi olarak sadece o sırada cezaevinde olanları görür. Yüzbinlerce insan cezaevinde olmasına rağmen toplum, aslında her gün cinayetlerin işlendiğini, kadına şiddetin devam ettiğini, çalmanın, gaspın, yolsuzluğun, rüşvetin, trafik suçlarından tutun ne kadar suç türü varsa tümünün dışarıda olanlar tarafından her gün işlendiğini ve her gün de birilerinin tutuklandığını görmez. Toplumun okları sadece akşam haberlerde izlediği ‘suçluya’ yöneliktir. Çünkü televizyon haberi işlerken kurnazlık yaparak okların şahsa yönelmesini sağlıyor. Bir yerde basın toplumu ters yöne yönlendiriyor, madalyonun sadece bir yüzünü gösteriyor. Zaten hükümetler bu nedenle tekrar tekrar iktidar olabiliyor. Eğer işlenen her bir suç objektif bir şekilde nedenleriyle birlikte bir uzman eşliğinde televizyon ekranına yansıtılırsa ya da sosyal medyada o şekilde yer alırsa, toplum kişiyi değil ülkeyi yöneten kadroyu ve var olan düzeni sorumlu tutar. Dolayısıyla sorunların durmadan kendini tekrar ettiği ve ısrarla çözümsüz bırakıldığı ve suç işlemenin rutin hale geldiği Türkiye’de bir hükümet bir dönem bile iktidarda kalamazdı. Çünkü toplum herhangi bir suç işlenmesi durumunda kişiyi ya da grupları değil, direkmen hükümeti ve yaratılan düzeni sorumlu tutardı.

Ama mesela bakıyorsunuz AK Parti hükümetleri 22 yıldır Türkiye’yi yönetiyor. Bu da demek oluyor ki toplum yaşanan sorunlardan, artan çetelerden, darbe girişimine teşebbüs edecek kadar ileri giden cemaat varlığından, mafya organizasyonlarından, çökertilen ekonomiden hükümeti sorumlu tutmuyor. Topluma göre tüm bunların sorumlusu muhalefet kanadındaki siyasetçiler ve cezaevinde olanlardır!

O nedenle toplumun tavrı değişmezse, onlar iktidarlarını sürdürecek milyonlar ömür boyu cezaevi yolunda olacak. Toplum sorgulayan bir toplum haline dönüşmezse sorunlar aynen devam edecek, insanlar suç işlemeye devam edecek.

Türkiye’de toplum değişir mi peki? Kendi düşüncem değişmeyeceği yönündedir, çünkü Türkiye’de toplum başından beri korkularla idare ediliyor. Ki ülkenin sosyolojik yapısı da korkutarak idare etmeye çok uygun. Din elden gider, bayrak düşer, ülke bölünür dediniz mi akan sular durur, toplum siyasetçinin din, bayrak, bölünme konusundaki ikazlarına harfiyen uyar. Böyle bir toplum refleksiyle nasıl bir değişiklik olsun ki?  

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar