Misbah Eratilla

Misbah Eratilla

Mail: m.eratilla@gmail.com

Nurlar'la ilk tanışmam

Valizimle 16 kişilik koğuştaki yatağa oturduğumda bu kadar insanla bir arada nasıl yaşarım demedim.

Soğuk ve ürkütücü yemekhanede ağız tadıma yemek bulamazken halimden şikâyet etmedim. Şehrin nemli havası nefesimi kestiğinde dahi Mersin’e geldiğime pişman olmadım. Nöbetçisi olduğum günlerde ağır işlerde çalıştığımda keşke evde olsaydım demedim. Çünkü burada kimse bana karışmıyor ve beni olur olmaz eleştirmiyor. Ne giydiğime, ne saçımın modeline ne de uyku saatime kimse karışmıyordu. Kiminle arkadaşlık yaptığıma hiç kimse karışmıyor. Okuldaki ilk günlerim böyle geçti. Aradan birkaç hafta geçince içimin derinliklerinden bir ses evi, annemin yemeklerini özlediğimi bana fısıldadığında ilk kez kendimi kötü hissettim. Sonraki günlerde sıcak yatağımı, rahat banyomu ve ütülü elbiselerimi aramaya başladım. Yatılı okul bana yeni doğmuş bir bebek gibi her şeyi yeniden öğretiyordu. Zor günlerim sisli duyguları arasında gidip geliyordu. Daha sonraları hayatım normale dönünce roman, hikâye ve deneme kitapları okumaya başladım. Okulu tanıdıkça öğrenciler arasındaki siyasî cepheleşmeyi fark ettim. Siyasî çekişmelerden rahatsız olduğumdan yeni arkadaşlıklara şüpheyle baktım. Bilmediğim sularda yüzmek istemiyordum. Nihayet okulun şartlarına uyum sağlamıştım.

1974 yılı Nisan ayının sonlarına doğru havalar ısınmış Mersin’e bahar geldiğini hissediyordum. Okuldaki yeni hayatımı sevmeye başlamıştım. Akşam yemeğinden hemen sonra yemekhaneden çıkarken okulun ilk günlerinden beri tanıştığım Hanefi Örnek adındaki öğrenci ile karşılaştım. Hanefi Örnek, yüzünde tebessüm eksik olmayan uzun boylu, iri yarı, pehlivan yapılı biriydi. Benden iki sınıf ilerideydi. Kantinde onunla birkaç sefer oturmuşluğum vardı. Sürekli beraber takıldığım ve aynı sınıf arkadaşım Abdulhamit Kanağı ile beni Cumartesi gecesi şehir merkezindeki bir eve çaya dâvet etti. Bu samimî dâvetine Abulhamit ile ‘olur’ diye cevap verdik. Cumartesi akşam yemeğinden sonra Hanefi Örnek ile birlikte şehir içi otobüsüyle şehir merkezine geldik. Şehir merkezinden yaya olarak bir hayli yol yürüdükten sonra beş yol mevkide bir apartmanın ikinci katına çıktık. Kapıyı çaldık gençten biri kapıyı açtı ve bizleri içeri buyur etti. Misafir ürkekliğiyle yavaş adımlarla geniş bir salona geçtik. Kapıya yakın boş bir kanepeye oturduk. Sonradan ismini öğrendiğim Şükrü Avatoğlu adında otuz yaşlarında temiz giyimli biri yanımıza gelerek “hoş geldiniz” diyerek bizimle tokalaştı. Şükrü Avatoğlu ev sahibi gibi görünüyordu. Kısa bir süre sonra salon yeni gelenlerle doldu. Kanepelerde yer kalmayınca yeni gelenler yere oturdu. Şükrü Avatoğlu, rahle denilen küçük sehpayı kendine doğru çekti ve dolap rafından kırmızı kaplı bir kitap çıkardı. Kitaptan birkaç sayfa çevirdikten sonra aradığı sayfayı bulmuş olacak ki anlaşılır, yumuşak bir ses tonuyla okumaya başladı. Herkes pür dikkat onu dinliyordu. Her okuduğu paragrafı bir öğretmen gibi açıklıyordu. 

İlk defa böyle bir sohbette bulunuyordum. Sohbet biraz uzun sürünce dinlemekte zorlandım ve sohbet ne zaman bitecek diye sabırsızlandım. Şükrü Avatoğlu yaklaşık kırk dakikalık okumadan sonra el-Fatiha diyerek sohbeti sonlandırdı. Hemen ardından tepsi üstündeki çaylar dağıtılmaya başlandı. Çaylar yudumlanırken bir birine yakın oturanlar arasında arı vızıltısını andıran sessiz konuşmalar oldu. Ben ve Abdulhamit Kanağı öylece etrafımıza bakınıyorduk. Hanefi Örnek bizi ev sahibi Şükrü Avatoğlu ve birçok kişi ile tanıştırdı. Tanışma faslından sonra biraz olsun rahatlamış, üzerimdeki yabancılık gitmişti. Artık çevremde olanlara bakıyor yanımdakilerle konuşuyordum. Kısa süre içinde kendimi evimde gibi hissettim. Yerimden kalktım ve Şükrü Avatoğlu’nun okuduğu kırmızı kitabı rahlenin üzerinden aldım. Yere çömelerek sayfalarını itina ile çevirdim. Kitabın ön kapağında “Sözler” altında “Müellifi Bediüzzaman Said Nursî” yazıyordu. Sayfaları çevirdiğimde bir, iki, üç ta otuz üçüncü söz’e kadar devam 

Kısa çay arasından sonra Adana’dan gelen misafir Hüseyin Bulut adında biri kırmızı kitabı aldı ve “Bismillah her hayrın başıdır” diye okumaya başladı. Bu kısmı anlıyordum ve sohbete ısınmıştım. Bir film seyreder gibi Hüseyin Bulut’un okumasını ve ardından yaptığı açıklamaları dikkatle dinliyordum. Anlatılanları sanki eskiden bir yerlerde duymuşum gibi tanıdık geliyordu. O gece özellikle de ikinci sohbet beni çok sarıp sarsmıştı. Gece sohbetinden sonra hayata farklı ve değişik bakmanın ilk sinyallerini hissetmeye başlamıştım. O gecenin Şükrü Avatoğlu, Abdulhamit ile bana “Küçük Sözler” adında birer kitap verdi. Okula döndüğümde koğuşun ışıkları hâlâ yanıyordu. Alt ranzadaki yatağıma uzandım ve “Küçük Sözler” kitabının ilk sayfalarını okumaya başladım. Bazı kelimeleri anlamıyordum, ama konuyu genel olarak anlıyordum. Koğuş ışıkları sönünceye kadar kitabı okudum. Daha ilkokul yıllarında Kur’ân’ı okumayı öğrenmiştim. Daha sonraki yıllar Kur’ân okumayı bıraktığımdan unutmuştum. Namazı da çok nadir kılıyordum. Cuma namazına ise bazen gidiyordum. O sohbetten sonra artık Cumartesi gecesi sohbetlerini dört gözle beklemeye başladım. Nihayet Cumartesi akşamı geldi bu sefer Kasım Genbay, Hanefi Örnek, Selahattin Ekinci, Hilmi Turan, Hıdır Işık, Hamdullah Özgül ve ismini bilemediğim kalabalık bir gurup arkadaş ile sohbet için yola koyulduk. Sohbet salonuna geldiğimde salon tıklım tıklım doluydu ve sohbet başlamıştı. Genç bir mühendis Ahmet Bal akıcı bir ses tonuyla kitap okuyarak açıklamada bulunuyordu. Sohbet biraz uzayınca yorulduğumu hissettim, ama kendimi huzurlu da hissediyordum. Sohbet bitti çaylar tepside geldi. Kısa bir dinlenmeden sonra Basri Özdemir başka kırmızı bir kitaptan kısa bir yer okudu. O gece geç saatlerde okula geri döndük.

Artık her hafta sonu Cumartesi akşamları sohbete gitmeyi iple çekmeye başlamıştım. Hafta içi Şükrü Avatoğlu’dan aldığım küçük kitabı okuyordum. Kitabı okudukça anlamını bilemediğim bir mutluluk yaşıyordum. Daha sonraki sohbetlerde Saatçi Recai (sık sık saatçi dükkânına giderdik), Abdurrahman, Ahmet sevinç, Mustafa Kaleli, Ali Kaleli ve Mehmet Şah Ayyüzlü ile tanıştım. Lise yıllarımda Risale-i Nurlar’ı tanıyıp okuduktan sonra daha sonra farklı şehirlerde ki Nur Talebeleriyle tanışma fırsatı buldum. Liseden sonra Mersin Eğitim Enstitüsü’ne devam ettim. O yıllar ülke genelinde anarşi ve kaos okula sirayet etmişti. Bu sıkıntılı dönemleri Eshab-ı Kehf mağara hayatı gibi medresenin emniyetli ve huzurlu havasını teneffüs ederek kazasız belâsız atlattım. Medrese hayatı Sefine-i Nuh gibi okulu bitirmeme sebep oldu. Bu yıllarda Mersin’de iş tutan İhsan Paşalıoğlu ile dershanede tanıştık ve sık sık derslerde görüşürdük. Hafta sonları bazen arabası ile bizi gezintiye çıkardı. Lise son sınıfta tanıştığım lise bir sınıf öğrencisi ve okulun fotoğrafçısı Habip Saygılı Nur derslerine birlikte gittik. Daha sonraları Habib Saygılı, Mustafa Durgun ve Ahmet Ergül kısa zamanda Risale-i Nurlar’ı okuyarak çok mesafe alan talebeler oldular.

Birkaç yıl sonra Risalelerle haşir neşir oldum ve namazlarımı düzenli kılmaya başladım. Mübarek gece ve kandillerde dağıtılan Kur’ân cüzünü zorlanarak ta olsa okudum. Çünkü ilkokul yıllarında hatmettiğim Kur’ân’ı uzun yıllar okumamış unutmuş gibiydim. Daha sonraki yıllarda Kur’ân’ı yavaş yavaş okudum ve kendimi geliştirdim. 1978’de Mersin Eğitim Enstitüsü’nden mezun oldum ve öğretmen olarak atandım. Uzun yıllar geçmesine rağmen Mersin’deki Nur Talebelerini hiçbir zaman unutmadım. Onları hep minnet ve şükranla andım.

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar