Misbah Eratilla

Misbah Eratilla

Mail: m.eratilla@gmail.com

Jokeyin son yarışı

Jokeyin son yarışı

Köyden şehre giderken minibüste tanışmıştık onunla.1.55 boylarında, 45 kg ağırlığında ufak tefek bir adamdı. Kaya gibi sarsılmaz bir duruşu vardı. Gözlerinin içine bakmadan ne kadar derin bir şahsiyete sahip olduğunu bilemezdin. Hafif sarıya çalan ten rengi, kalın gür kaşlarıyla renkli bir kişilikti. Çok mal mülk yemiş içmiş. Maceradan maceraya koşmuştu.

Yaşı ilerlemiş bu ufak tefek adamla geçen kısa sohbetimizin hemen ardından ısınmıştım ona. Beni ısrarla evine davet ediyor, tekrarla bekleyeceğini ifade ediyordu. Birkaç gün sonra bu ufak tefek adamın evine gitmeye karar verdim. Öğleden sonra dersim yoktu. Ziyaretine gidip, kapısına vardığımda çocukları beni sevinçle karşıladı ve içeriye buyur ettiler. Beni babalarının bulunduğu odaya götürdüler. Odaya girdiğimde pencere kenarındaki sedir üzerine yatağı serilmişti. Sırtını yaslamak için iki yastık üst üste konulmuştu. Bu vaziyetiyle ata binmiş bir süvarinin kartal bakışlı halini anımsatıyordu. Çok derinlere, uzaklara bakıyor gibi dalgındı.

Beni görünce gülümsedi, yatağından inip beni ayakta karşılamak istedi. Acele ettim, yanına yaklaştım, tokalaştık. Bana yer hazırlamalarını söyledi. Hazırlanan yer minderine oturdum.  Evdekilere emirler yağdırıyordu: “Hocama acele yemek getirin.” Aç olmadığımı söyledim ama nafile, bu kez de daha gür bir nidayla: “o zaman çay kahve getirin.” dedi.

Geldiğime ne kadar sevindiğini her halinden anlayabiliyordum. İzzeti ikramlarda bulunarak bana duyduğu ve sevgiyi ilan etmeye çalışıyordu zannımca. Bir ara evin içinde göz gezdirirken gözüm pencere kenarında duran iki oyuncak ata takıldı. Atlara baktığımı görünce, eliyle işaret ederek: “Bunlar benim hayatım.” dedi. Ben de: “Atları çok mu seviyorsun?” dedim. Karanlık bir odada şimşek çakmış gibi gözleri parladı, yüzü aydınlandı. Yıllarca bu soruyu soracak birini bekliyormuşçasına yatağına çömeldi ve derin nefes çekerek: “Tabi çok severim. Ömrüm atlarla, at yarışlarıyla geçti. Gençlik yıllarımda katıldığım yarışlarda Türkiye birinciliği elde ettim. Başbakanın elinden kupamı aldım. Türkiye’de yarışmadığım şehir kalmamıştır. Yarışların yapıldığı her şehre birkaç defa gitmişliğim vardır. Yarışmalara giderken trenin gittiği şehirlere atım için vagon kiralardım. Demiryolunun olmadığı yerlere ise kamyon kiralardım. Atımın masrafı bir ailenin masrafından fazlaydı. Babam zengindi. Kayseri’de çok malımız vardı; arazilerimiz, evlerimiz vardı. Bunları atlar için hiç çekinmeden harcadım. Bazen yıllarca eve gelmediğim olurdu. En iyi atı bulur, alır, yarışmalara katılırdım. Beni herkes “Jokey!” diye çağırırdı.  Köyde gerçek adımı kimsecikler bilmezdi. Bu yıl köyden çıkamadım; çünkü hastayım ve iyileşmeyi bekliyorum. Gün geçtikçe yatağa daha çok bağlanıyorum. İlaçlarımı alıyorum ama bu kendimi iyi hissetmeme yetmiyor.” dedi ve usanmış bir ses tonuyla: “Bu yatak beni çok sıkıyor, bunalıyorum! Ben bu yatağa hapsolacak adam mıydım? Köydeki insanlardan çok sıkılıyorum. Köylülerle oturmaktan pek haz etmiyorum; çünkü beni anlamıyorlar, hep dedikodu yaparlar.” diyerek şikâyetlerinin ardı arkası kesilmiyor.

Köydekilere göre jokey, babasının tüm parasını boş şeylere harcayan başıboşun biriydi. Köylülerin eleştirileri karşısında tahammül edemiyor ve çabucak parlıyordu: “Siz ne anlarsınız atlardan?” Gün geçtikçe samimiyetimiz artıyordu onunla ve artık ona “Jokey Amca” diye sesleniyordum. Ona: “Sen güngörmüş adamsın, bu hastalığa sabretmelisin, Allah’a güvenmelisin. Allah sana hastalık olarak bir fırsat vermiş, bu durumu fırsata dönüştürmeli O’na ibadet etmelisin. Onun huzuruna tertemiz bir yüzle ve pak bir gönülle çıkmalısın.” dedim. O da bana döndü ve sanki yıllardır arayıp da sonra kavuştuğu kişi benmişim gibi: “Hocam sen şimdiye kadar neredeydin? Dediklerini kimse bana söylemedi.” Hanımına seslenerek: “Hanım, kazanı kaynat; banyo yapacağım. Elbiselerimi değiştirip namaza başlayacağım.” dedi. Sevinci gözlerinden okunuyor, bana teşekkür ediyordu.

O gün ayrılmak için izin istedim. Aradan bir hafta geçmişti. Bakalım Jokey Amca ne yapıyor, diye yanını gitmek için yola çıktım. Bir de ona Kur’an-ı Kerim kaseti götürerek ruhunun dinlenmesine katkı sağlamaya çalışıyordum. Odasına girdim, bitkindi. Selam verdim, selamımı sessizce aldı. Yavaşça yerdeki minderlerden birine oturdum. Bir şeyler olmuş olmalıydı, ama ne? merakla ağzından çıkacak sözleri bekledim. Konuşmuyordu Jokey Amca. “Namaz nasıl gidiyor?” dedim. Bir an durdu: “Üç gün namaz kıldım. Ama çok zorlanıyordum. Başım, bedenim ağrımaya başladı ben de namazı bıraktım. Namaz kılınca her yanımda ağrılar oluşuyor.” dedi. “Teybin var mı?” dedim. Başıyla da işaret ederek: “Evet, var.” dedi. Kaseti teybe yerleştirdim. Mısırlı Ünlü Kari Hafız Abdulbasit Abdüssamet’in o mest eden tilaveti doldurdu bir anda odayı. Ama hiç oralı olmamıştı. “Kapat.” dedi. Kapattım. Bir an durdu: “Hoca!” dedi, “Bana ne oluyor ki namaz kılmak, Kur’an dinlemek gibi maneviyattan işler nefsime ağır geliyor, anlayamıyorum.” dedi.  

Bu durum karşısında şok olmuştum. Nasıl olur da hayatında namaz kılmamış, Kur’an dinlememiş yetmişine merdiven dayamış bir ihtiyar, ömrünün son saatlerinde yardım girişiminde bulunan birine cevap vermezdi! Haftada bir jokeyin ziyaretine gitmeye devam ettim. Ne yaptıysam namaza yanaşamadı ve Kur’an’ı  dinleyemedi. Yalnız atlardan söz ederken gülümsüyordu. Yarışmalarından söz ederken mutlu görünüyordu. Ben de onu üzmemek için kupalarından, gittiği şehirlerden, tanıştığı ünlülerden konuşmaya gayret ediyordum. Sürekli olarak pencere kenarındaki iki siyah oyuncak ata bakıyorduk.

Son günlerde hastalığı o kadar şiddetlenmişti ki artık kimseyi tanımıyordu. Teneffüs arasında okul bahçesinde öğretmenlerle turluyorduk. Günlerden cumaydı. 2 Mayıs saat 11.00 civarıydı.  Cami hoparlöründen hüzünlü bir makamda sala sesi yükseliyordu sema ya. Arkadaşlar: “Henüz cuma vakti değil, hayırdır inşallah!” dediler. Bir an durakladım, kafamda şimşekler çaktı ve “Jokey öldü!” dedim. Arkadaşlar itiraz etti ve olan biteni öğrenmek üzere bir öğrencimizi köyün içine gönderdik. Kısa süre sonra geri döndüğünde acı haber öğrencimizin dudaklarından döküldü: “Öğretmenim, Jokey Amca ölmüş!” Tüm öğretmenlerin gözleri bana döndü, sonra da başları düştü önlerine. Haberi alır almaz çocukları ödevlendirdim, Jokey Amca’nın cenazesine apar topar yetişmeye çalıştım.

Yağmur yağıyordu, şemsiyemi aldım. Yağmur gittikçe hızlandı. Cenazeyi mezarlığa kadar omuzlarda taşıdık. Mezarlığa vardığımızda defnedileceği mezar kazılmıştı. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmur şiddetinden bir şey kaybetmiyordu. Cenazesini mezara yerleştirirken yağmurun yumuşattığı mezarın zemini çöktü. Yağmur daha da hızlandı, çamur sakız gibi olmuştu.  Şartlar gittikçe ağırlaşıyordu. Yeni bir mezar daha kazdılar. Yağmurun şiddetinden o da çöktü. Sonra yağmur hafifledi, köylüler yeni bir mezar daha kazdılar. Bu defa onu defnedebildiler. Köylüler hem yağmurdan hem de çamurdan çok yorulmuşlardı. Defin işinden sonra köylüler bir hayli ıslanmış elbiseleriyle yorgun argın mezarlıktan ayrıldılar.

Dostum jokeyin son anına kadar yanından ayrılmadım. Yağmur hala yağıyordu. Şu sözü kulağımdan hiç çıkmadı: “Şimdiye kadar neredeydin?” Fatiha okudum ve Allah'tan ona rahmet diledim.

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar