Misbah Eratilla

Misbah Eratilla

Mail: m.eratilla@gmail.com

İran Anıları

“MAHABAT KORKUTULMUŞ OLACAK Kİ SIRTINI DAĞA DAYAMIŞTI!”

“Seyahat etmek, hayal gücümüzü gerçeklerle dengeler ve bazı şeylerin nasıl olduğunu düşünmek yerine onları görmemizi sağlar.” – S. Johnson

Ne zaman yeni bir yeri görsem veya görmeye doğru bir adım atsam ruhumda yeniden bir diriliş olduğunu hissederim. Yeşeren bir fidan gibi çevreme mutluluk saçarım. Kitaplarda okuduklarım ile gördüklerim arasında kıyasıya bir savaşı yaşarım. Seyahatte gördüklerimi daha iyi anlamak için bir süre zihnimde demlerim. Sonra gördüklerimi süzgeçten geçirerek hafızamın bir köşesinde bekletirim.

Dört yıl önceki İran seyahatim de öyle oldu. Büyük bir heyecanla ve merakla hayallerimin yüzleşeceği İran yolculuğuna Van’ın Saray ilçesindeki Kapıköy Sınır Kapısı’na yol alarak başladım.

Saray ilçesinden sınır kapısına kadar olan yol bozuktu. Toz ve duman içindeki yol, seyahatimizin ilk olumsuzluğunu yaşadım. Bu moral bozan görüntü sonrası pasaportlarımız Türkiye ve İran yetkililerince mühürlendikten sonra İran topraklarına giriş yaptık.

Aracımızla yol aldığımız ilk kilometrelerde görülen topraklar, kuru ve saçları dökülmüş bir ihtiyara benziyordu. Dağlar ise tüm heybeti ile bize bakıyordu. Yol boyunca gördüğüm manzara bende soğuk, itici, kirli, bakımsız ve harabe bir ülkeye geldiğim izlenimi verdi. Kendi kendime eğer “İran böyleyse vay halimize!” dedim ve moral bozukluğu seyahatimin daha ilk saatlerinde keyfim kaçmıştı. Bozuk tozlu yoldan, sararan otların arasından zikzaklar çizerek ilerliyorduk. Yollar sessiz ve ürkütücüydü. 

Yol boyunca ilk defa karşılaştığımız 20 yaşlarındaki Span Peco marka bir araç kaplumbağa gibi yavaş yavaş gidiyordu. Neredeydim, nasıl bir yere geldim diye hayal kırıklığı yaşıyordum. Yollar ise yıllardır hiç bakım yüzü görmemişti. Bir müddet Tren yoluna paralel yol aldık.  Bu arada aracımızı çukurlardan kurtarmak için zikzaklar çizerek yol alıyorduk. Dağlık bölgeye geldiğimizde yol o kadar daraldı ki iki araba yan yana zor geçiyordu.

Bu arada yola devam ettikçe yoldaki araç sayısı da artıyordu. Yol kenarlarında mangal yakarak piknik yapan ailelerin yanından geçtik. Cuma günü olduğundan İran’ın hafta sonu tatiliydi. Yolculuk boyunca hala moralimizi düzeltecek bir şey görememiştim.

65 km’lik bir yolculuktan sonra karanlık bir gecede ani bir yıldızın parlaması gibi yeşillikler görünmeye başladı. Hoy kentine varmıştık ve nihayet asfalt yola girdiğimizde Salmas’a on kilometre kalmıştı. 16 yıl Mahabat Radyo, TV Müdürü olarak görev yapan ve buradan emekli olan Urmiye’li Abdulkerim Bey bizi Salmas’ta bekliyordu. İran seyahatimiz boyunca bize rehberlik edecekti.

Aracımız asfaltta yol aldıkça İran’ın hayat seviyesinin yükseldiğini ve markalı yeni araç sayısının arttığı göze çarpıyordu. O eski püskü arabalar yerini biraz daha yeni araçlara bırakmıştı. Yol aldıkça çevre güzelleşiyor yüzümdeki tebessüm ve memnuniyet artıyordu.

Nihayet yol kenarında cipiyle bizi bekleyen Abdülkerim Bey göründü. Siyah renkteki cipin önünde kırmızı tişörtü ile bize el sallıyordu. Aracımızı park ederek Abdülkerim Bey ile selamlaşıp kucaklaştık. Aracını takip ederek Salmas şehir merkezinde bir kafeteryanın önünde durduk.

Abdülkerim Bey, yorgunluğumuzu gidermek için bize İran’a has meyve suyu içinde dondurma ikram etti.  Önceleri bu gelen içeceğe temkinli yaklaşarak ve tattık. Bu içecek havuç suyunun içine dondurma konarak yapılmıştı. İlk defa farklı bir tat ile karşılaşmıştık.

Urmiye’ye doğru yola devam ettik ve Urmiye’ye vardığımızda sokak aralarından geçerek iki katlı dublex bir evin önünde durduk. Bu ev Abdulkerim Bey’in eviydi ve geceyi burada geçirdik.

Abdülkerim Bey’in yaptığı program çerçevesinde sabahın erken saatinde kalkarak İran seyahatimiz için yola çıktık. Zagros Dağı bir tablo gibi Urmiye şehrinin başı üstünde bir manzara gibi duruyordu. Abdülkerim Bey Urmiye’nin Zagros’ların hemen arka tarafındaki Şemdinli’ye komşu olduğunu söylüyordu. Gökyüzüne bir mızrak gibi uzanan Zağros’ların tepesi karlıydı.  Urmiye’nin şehre hâkim tepesine çıkıp şehri temaşa ederken kendimi derin bir huzur deryasında yüzüyor gibi hissettim. Bu tepe, Şeyh Ubeydullah Nehri Tepesi olarak biliniyordu. Tepeden şehre avuç içine bakar gibi baktığımda uzakta bir çarşaf gibi serili olarak yayılan Urmiye Gölü ise kanı çekilen bir hasta gibi kurumaya yüz tutmuştu.

Aracımızla Urmiye’den Mahabat’a doğru yola çıktık. Mahabat, yeşilliğin dağlarla birleştiği bir manzara ile karşılaştık. Şehir dağdan ileriye doğru açılan bir avuç gibi yayılmıştı. Şehir, geçmiş zamanlarda korkutulmuş olacak ki sırtını dağa dayamıştı. Mahabat, daha önce yaşadığı olaylardan dolayı üzerindeki korkuyu hala atamamıştı. Mahabat’ın kuzeyinde bir demlik gibi akarsuyla dolan bent, şehre bir göl hediye etmişti. Göl ise bir gerdanlık gibi etrafına nefis bir manzara sergiliyordu. Gölde toplanan su ise arklarla şehri boydan boya kat ederek sulamada kullanılıyordu.

Mahabat geniş yolları alt- üst geçitleri ile modern bir şehir görüntüsü veriyordu. Şehirde çok sayıda park göze çarpıyordu. Şehri uzun süre gezmemize rağmen oturacak bir çay ocağı göremedik. Zaten İran’ın genelinde çay içilmiyordu. Mahabat şehir merkezi meydanına geldiğimizde rehberimiz Abdülkerim Bey, bu meydanda 1946 yılında idamların yaşandığını bu meydana halk arasında “Çarçıra Meydanı” dendiğini söyledi. Bugün ise o meydana dört aslan heykeli dikilmiş.

Çarçıra Meydanının sol tarafındaki parka doğru gittik. Yöresel kıyafetleriyle banklarda oturan yaşlıların bir kısmı dama oyunu, bir kısmı da çocuklar gibi rahat rahat yere oturarak domino oynuyorlardı. Bu şehirde öne çıkan en önemli özellik herkeste görülen centilmenlikti. Göze çarpan ilk şey beyefendilikleriydi.

Batman’dan geldiğimizi duyduklarında ısrarlı bir şekilde bizleri evlerine misafir etmek istediler. Teşekkür ederek yolumuzun uzun olduğunu söyleyerek ayrıldık.

Mahabat şehrinin yerleşim alanının yarısına yakını park ve yeşil alanlardan oluşuyordu. Ayrıca şehirde elliye yakın banka şubesinin olmasına bir anlam verememiştik. Yöresel kıyafetlerle aristokrat görünümlü insanların olması ve özellikle yaşlı erkeklerin saç ve bıyıklarının boyalı ve giyim kuşamlarının temiz olması dikkatten kaçmıyordu. Mahabat, geçmişte yaşanan olayları hiç gündeme getirmeden gelenek, görenek ve kültürlerini eksiksiz yaşıyordu. 1946’da idam edilen üç kişinin mezarını ziyaret etmek için arabamıza bindik. Şehrin sırtını yasladığı dağa tırmandık ve demir parmaklıklarla çevrili bir yere geldik. Yan yana üç mezar, yerden yaklaşık on metre aşağıdaydı. Etrafı ağaç yapraklarıyla örtülüydü. Yukardan aşağıya baktığımızda mezarlar sanki hapis hayatı yaşayan üç mahpus gibi küskün bir şekilde duruyorlardı. Rehberimiz, bu mezarlarla ilgili olarak 22 Ocak 1946 yılında Çarçıra Meydanında Mahabat Cumhuriyetinin ilan edildiğini 17 Aralık 1946 yılında daha on bir aylık bir cumhuriyetken yıkıldığını söylüyordu. Ayrıca 31 Mart 1947 yılında Cumhurbaşkanı Kadı Muhammed Qazi, Başbakan Haci Baba Şeyh, Savunma Bakanı Kadı Muhammed Hüseyin Han Seyfi Qazi, Çarçıra Meydanında idam edilmiş. Mahabat halkı Kürtçenin Sorani Lehçesiyle konuştuğundan rehberimiz Abdulkerim Bey bize tercüman oluyordu.

Rehberimiz, Mahabat’ın yaklaşık 400 yıl önce şehirleştiğini söylüyor ve insanlarının medeni olmasını buna bağlıyordu. Ayrıca Mahabat Kürtlerinin dünyadaki diğer Kürtlerden genel olarak daha medeni olmalarını da buna bağlıyordu. Şehrin genel temizlik ve düzeni bir Avrupa şehrini aratmayacak düzeydeydi.

Mahabat’a doymadan yolculuğumuza devam edip Sakız şehrine doğru yola çıkıyoruz. Şehre girerken tüm İran şehirlerinde görüleceği gibi görkemli duble yolları ve bir ressamın fırçasından dökülmüş düzenli yeşilliklerle dolu bir şehir planı karşımıza çıkıyor. Sakız şehrinde rehberimiz Abdulkerim Beyin arkadaşı yazar, şair ve eğitimci İbrahim Bey bizi karşıladı. İbrahim Bey her İranlı gibi bizleri büyük bir misafirperverlikle kapıda karşıladı. Çay ve kahve ikramından sonra şehri gezmeye çıktık.

Sakız şehri görüntü olarak Mahabat’a göre daha yetersiz görünüyordu. Burada eski araç sayısı bir hayli çoktu. Sokaklar ve caddeleri elbisesi eski fakat temiz giyimli birilerini hatırlatıyordu.

İran otuz bir eyaletten meydana gelmiş Türkiye’nin toprak olarak üç katı kadar geniş topraklara sahip bir ülkedir. Biz de yolculuğumuza bu eyaletlerden biri olan Kürdistan eyaletinin baş şehri Senendej’e -Kürtçe ismi ile Sıne’ye- giriş yapıyoruz. Biz sıradan bir şehir beklerken muhteşem yolları, alt geçitleri ve rengârenk sokak lambaları ile göz kamaştıran bir şehir bulduk. Önce şehrin güvenilir ve modern bir oteli olan Şadi’ye gidip yerleşiyoruz. Şehrin modern yapılarını ve düzenini gördüğümüzde ağzımız açık kaldı. Hayalimizdeki İran ile gördüğümüz İran’ı bu şehirde mukayese ederek şok üstüne şok yaşıyorduk.

Otele yerleştikten sonra şehre bir tur attık. Şehir düzen ve görünüm olarak Ankara, Antep ve Kayseri’den farklı değildi. Sokak ve caddelerde gördüğümüz gençlerin saç kesimleri, giyimleri gençlerimizden farksızdı ve çok rahat görünüyorlardı. Şehrin dört bir yanındaki parklar, yeşil alanlar ve modern binalar göz kamaştırıyordu. Bu kadar yeşil alanın bakımı nasıl yapılıyor, şehri nasıl bu kadar temiz tutabiliyorlar diye kendi kendimize sormadan edemedim. Sabah erken saatte otelden ayrılarak yola devam ettik.

Şehir trafiğinde ise kim daha iyi direksiyon sallıyorsa onun aracı yol alıyordu. Burada araç sürmek ve yol almak zor mesele ama birkaç saat içinde İran trafiğine uyum sağlıyoruz. Senenje’deki otel odamızda namaz kılmak için çekmecedeki seccadeyi bulduğumuzda seccadenin hemen yanı başında yuvarlak bir taş dikkatimizi çekti. Şiiler namaz kılarken bu taşı secde edilecek yere koyup öyle namaz kıldıklarını öğrendik.

Nihayet tarihi bir şehir olan Hamedan’a gidecek yola girdik. Şehirlerarası yol trafik polisleri 5 km uzaktan hız ölçen dürbünlerle trafik kontrolü sağlıyordu. Yabancıların trafik kurallarına uymaması halinde pasaportlarını alıp kesilen cezayı merkezi bir şehre gidip bankaya ödemelerini istiyorlardı. Biz de zaman kaybımızı önlemek için hız sınırını aşmamaya gayret ediyorduk.

Yol kenarında uyarıcı levhaların olmaması yollardaki tehlikeyi artırıyordu. Ayrıca yol genişletme çalışmaları hiç yok denecek kadar azdı. Hamedan yolu boyunca tır ve ağır tonajlı araçların sayısı yağmur taneleri kadar çoktu. İran’da şehirlerarası yollarda trafik tehlikeli ve sıkıntılıydı. İran devleti hiç durmadan çalışırsa yirmi yıl sonunda ancak şehirlerarası yol ve tünel sorununu çözebileceğini tahmin ediyorum.

İran’da Şehir içi yollarla şehirlerarası yollar arasında dağlar kadar fark vardı. Şehirlerarası yollarda kilometrelerce yol alamıza rağmen bir dinlenme tesisleri rast gelemedik. Benzin istasyonları ise çok nadirdi. Bulduğumuz benzin istasyonları ise eski, bakımsız ve kirliydi.

Hamedan şehrine vardığımızda modern anlamda bir şehir havası ile karşılaştık. Rehberimiz bu şehrin ülke ekonomisine halı, ahşap, bakır işlemeciliği, meyvecilik ve tahıl üreterek katkı sunuyordu. İran ekonomisini sırtladığını söylüyordu.

Hamedan şehrini dünyaya tanıtan, şöhreti ve yaptıkları güneş gibi her yerde görülen İbn-i Sina’yı ziyarete gidiyoruz. İbn-i Sina, şehir merkezinde yüksek bir kaide üzerine oturtulan beyaz heykeli ile her yerden kolayca görülüyordu. Heykelin arka tarafında ise geniş bir park ve müze vardı. Buraları gezdikten sonra şehrin diğer bir köşesinde ise geniş bir alan üzerinde kurulu olan Baba Tahir Üryan türbesini ziyarete gittik. Baba Tahir Üryan; Ömer Hayyam, Yunus Emre, Mevlana Celaleddinî Rumî, Feqîyê Teyran, Melayê Cizîrî ve Ehmedê Xanî gibi birçok şairi, mutasavvıf kişiyi etkileyen bir şairdir. Şair ve mutasavvıf velilerden olan Baba Üryanı bir misafir olarak ziyarete gitmiştik. Geniş bir yeşil alan ortasında adına layık bir türbe ve mesire alanı vardı. Baba Tahir Üryanın türbesinde Fatiha okurken o bize bir şiiriyle şöyle sesleniyordu:


Bugün lâle görülür, yarın da hâzân olur.

Karanlık bir çukurun adın kabir koyarlar

                                           Bana derler ki budur senin evin.

                                           Dünya malının hepsi yanmalıdır

                                           Dünya malından yüz çevirmelidir

                                           Bugün yüreğinde olan derd ile gamı

                                           Mahşer günü için toplamalısın.

 

Baba Tahir Üryan’ın mısraları yüz yıllar sonra hala sıcaktı ve yürekleri ısıtıyordu. Seyyah yolunda gerek diyerek yolla devam ettik. Şimdi ömrüm boyunca en çok görmek istediğim şehirler arasında yer alan İsfahan’ın yolunu tuttuk.

Abdülkerim Bey bize İsfahan’ın yüzyıllar boyunca tarihin çalkantıları arasında kalmasına rağmen sanki daha bugün kurulmuş gibi taze ve dipdiri bir şehir olduğunu söylüyordu. Hayalimdeki şehri bir an önce görmek için sabırsızlanıyordum. Çünkü tarihi bir eseri gördüğümde sanki o günlere yolculuk yapmış gibi heyecanlanıyordum. İşte İsfahan’a varmadan o derinden gelen duyguları yaşıyordum. Sanki o çağa gidiyor ve o insanları görecekmişim gibi heyecanlıydım. Akşam saatlerine doğru ağır vasıtaların yoğunluğu arasında Isfahan şehrine girdik.

Ey kadim Isfahan seni görmeye geldim diye içimden ona sessizce seslenirken şehrin ışıkları arasında yer alan güzel bir otele yerleştik. İsfahan’ı bir an önce görme merakımı dindirmek için otelden hemen dışarı çıktık. Birkaç yüz metrede uzaklıktaki nehrin üstüne bir gerdanlık gibi kurulan meşhur ışıldayan köprüye gittik. 

İran’da Zayende Nehri üzerinde kurulu olan 11 köprü var.  Bu Köprülerden beşi oldukça eski idi. Biz Farsça’da anlamı otuz üç olan Siesepol (Si-E-Se) Köprüsüne gittik. Bu köprü Safevi Hanedanı içinde en görkemli sayılan I. Abbas’ın generali Allahverdi Han tarafından 1599 ile 1602 tarihleri arasında yapılmıştı. 298 Metre uzunluğunda olan köprü aynı zamanda suyu regüle etmekte de kullanılıyor. Köprünün iki ayağındaki yerlere oturup manzarayı seyrettik. Araç trafiğine kapalı olan köprü, günbatımı sonrasında yanan ışıklarla birlikte karanlığın içinde etkileyici bir atmosfere bürünüyordu.

Siesepol köprüsü 400 yıllık mimarisi ve estetiğini gezip görmeye gelen yerli ve yabancıların hayretlik bakışları arasında kendiyle övünmüş gibi misafirlerini centilmence ağırlıyordu.

İsfahan’ı gördüm diyebilmek için öncelikle gidilecek yerin başında Ali Kapu Sarayı gelir. Kelime anlamı “Ali’nin Kapısı” olan saray, 1597 yılında Şah Abbas’ın emriyle yapılmış olup özel motiflerle süslenmiş bir saraydır. Altı katlı yapısıyla meydanın tam ortasında yer almaktadır. “Mübarek Nakş-ı Cihan Devlethanesi” ve “Kasr-ı Devlethane” şeklinde isimlendirilen bu saray, Safevî Dönemi’ne ait kendine özgü saray mimarisini barındırıyor. Vakti zamanında kraliyet ailesi, bu saraydan meydandaki faaliyetleri, şenlikleri izlermiş. En ilgi çeken yeri ise on sekiz ince ve zarif sütun üzerinde yükselen terasıdır. Sarayın iç odalarındaki tasarım görülmeye değerdi.

Ali Kapu Sarayı, özene bezene yapılmış, bir kutu gibi çizilmiş, ortası yeşillendirilerek içine ve dışına dükkânlar kurulmuş. Bu dükkânlarda turistlere satışa sunulan çiniler, bakır işlemeli eşyalar göz kamaştırıyordu. Ali Kapu’yu gezmek için paytonla turları düzenleniyordu. İsfahan; yeşil alanları, yolları, parkları, sokakları, mesire yerleri ve tarihi yapısı ile geçmişle günümüzü harmanlayan bir atmosfere sahipti. Bu şehirdeki müzeler, çarşılar, medreseler ve tarihi mekânlar öyle birkaç günde gezilebilecek yerler değildi. Bu yerleri gezip görmek aylarımızı alırdı.

İran şehirlerini gezerken dikkatimden kaçmayan en büyük şey, İranlı gençlerin takıldığı kafe ve kafeteryaların Avrupai ve Amerikanvari yerler olmasıydı. Bayanların gecenin geç saatlerine kadar sokaklarda gezebilmeleri buraların güvenli bir şehir olduğunu kanıtlıyordu.

İsfahan’da Mescid-i Şah bu günkü adı ile anılan İmam Meydanı’nın geniş bir alanı vardı. İsfahan, taş devrine kadar uzanan tarihi ile kadim ve modern şehir olma özelliğini beraber taşımıştır. Aynı zamanda Safeviler döneminde baş şehir olarak tarihteki yerini almıştır.

İsfahan’a doyamadan öğle saatlerine doğru Şiraz’a doğru yola koyulduk. Tarihin renkli hayal dünyasını edebiyatla ve şiirle yoğuran Şiraz şehrini görmek için sabırsızlanıyordum. Şiraz’a yaklaştıkça yeşillik git gide azalıyor, boz dağlara yerini devrediyordu. Yol üzerinde tarihin gün yüzünde kalan nadir eserlerinden biri olan Aşkani imparatorunun taç giyme törenini gösteren kayalardaki oyma figürler ve hemen yanı başında Nakş-ı Rüstem diye tabir edilen yerleri sıcaklığın kavurucu vaktinde gezdik.

Asıl görmemiz gereken yer ise Pars Polise (persler şehri) idi. Yolumuza devam ettikçe heyecanımız artıyordu. Şiraz’ın 55 km. kuzeydoğusunda Pers Kralı Dara tarafından kurulmuş Taht-ı Çemşit olarak isimlendirilen antik şehre geldik. Şehir taşıma toprakla oluşturulan suni bir tepenin üzerine kurulmuştu. Tören alanı yaklaşık 10 bin kişi alabilecek büyüklükte idi. Antik şehir, masa üstünde duran bir vazo gibi her yerden rahatlıkla görülüyordu. Antik şehri görmek ücretliydi. Yabancılardan bilet ücreti on kat fazla alınmaktaydı. Rehberimiz ucuz taraftan bilet aldı ve antik saraya doğru bir hayli yürüdük.

Saraya sağ ve sol tarafta iki ayrı merdivenle giriş yapılıyordu. Biz sağ taraftaki merdivenlerden saraya doğru çıktık. Merdiven basamakları normal merdiven basamaklarının yarısı kadardı.  Sarayı planlayan mimar, kralın merdivenlerden çıkarken öne doğru eğilmesin diye merdiven aralığını kısa yapmış. Girişteki levhada yazıldığına göre sarayın yapımı 120 yıl sürmüş. Sarayın yapımı M.Ö. 583 yılında tamamlanmış. Büyük İskender M.Ö. 331 tarihinde şehre saldırarak sarayı yıkmış.  Bu yıkım sonrası saray toprak yığınları altında kalarak zamanla kaybolmuş. Ta ki 1930 yılında arkeolojik çalışma sonucunda şehrin kalıntıları tekrar ortaya çıkarılmış. Duvarlarda görülen kabartmalarda dünyanın her yerinden krala hediye sunan milletlerin temsili kabartmaları görülmeye değerdi. 

Unesco antik sarayı yani Tahtı Cemşid’i dünya mirası listesine almış. Böyle tarihi yerleri gezerken insanlığın medeniyet yolunda ne kadar çok mesafe aldığını daha iyi görünüyordum. O sarayın yapılışını hayal ederken o koskoca taşları ve metrelerce uzunluğundaki sütunların yapılışını, buraya getirilişini düşündükçe insanın ne kadar önemsiz olduğunu anlıyordum. Saray inşaatının yapımı esnasında ölen insanlar bir an tek tek gözlerimin önünde canlandı. Sanki keskin bir jiletin kesiği gibi acı duyduğum.  Kölelerin güneş altındaki görüntüsü ve taşları kıran ustaların çekiç sesleri yankılandı kulaklarımda.

Bu saray insan kanı üzerine inşa edilmişti. Yunan kaynakları ise burayı cennetin bir parçası olarak tarif eder. Sarayın ön kısmı düz ovaya bakarken arka tarafı sırtını dağa dayamıştı. Saray görüntü itibariyle gerçekten cennet gibi güzel bir yerde kurulmuştu. Arkeologlar yıkılmış medeniyetlerin altında bir şeyler ararken ben ise inleyen insanların seslerini duyuyordum.

Bitkin, yorgun bir günün sonunda yolumuza devam ederek Şiraz’a akşam ezanında vardık. Şehirde trafik o kadar karışıktı ki bazı yolları birkaç defa dolanarak otele ancak varabilmiştik. Otele yerleştik ve gece şehri dolaşmaya çıktık. Güneş kadar aydınlık sokak lambalarının altındaki işportacılar şehri ele geçirmiş gibiydi. İran’ın birçok şehrinde gece işportacılarını gördüğüm gibi Medine sokaklarında da görmüştüm. Gece cadde ve sokaklar kayıtta olmayan sokak esnafının eline geçmişti.

Sabah erken saatlerde kalkarak Kerim Han Kalesini gezdik. Ardından Şehrin dini havasını yansıtan Şah-ı Çerağ türbesini görmek için günün en sıcak saatinde yola çıktık. Şiiliğin önemli isimlerinden ve 12 imamdan biri olan İmam Rıza’nın öz kardeşi Seyyid Emir Ahmed bu türbede yatıyordu. Bu zat 835 yılında Şiraz’da düşmanları tarafından öldürülmüştü. Türbe ihtişamlı ve göz alıcı idi.  14. yüzyılda onun anısına mezarının bulunduğu bu yere bu türbe yapılmış.  Sonradan burası Şiiliğin en önemli ziyaret yerlerinden biri olmuş. Türbenin içi ve dışı çok güzel dekore edilmiş. İsmi “Işıkların Şahı” olan bu türbenin iç duvarları milyonlarca küçük ayna ve mozaikle işlenmişti. Türbenin gümüşten yapılmış korkulukları göz kamaştırmaktaydı. Türbenin çeşitli yerlerinden gelen yeşil ve sarı ışıklar, beyaz ışıkla karışıp yansımaktaydı. Bu mekâna sürekli ziyaretçi akını olmaktadır. Türbenin içine girdiğinizde insanda ister istemez bir huşu, hüzün, ihtişam, eziklik ve hayranlık gibi karmakarışık duygular oluşuyordu. Bu türbedeki ortamdan etkilenmemek neredeyse imkânsızdır.

Şah-ı Çerağ türbesinin önündeki geniş bahçede bir süre oturarak etrafı seyrettik. Ana binanın altın kaplamalı kubbesi, duvarlardaki eşsiz mavi çinileri ve mozaikleri göz kamaştırıyordu.  İran’ın her yerinden gelen ziyaretçileri oradan oraya koşuşturuyordu. Ayrıca kadın erkek birçok ziyaretçinin içeride ağlaması dikkatimi çekmişti. Türbedeki ağır yas havasından kurtularak türbeden ayrıldık.

Fars dili ve edebiyatının büyük bir sanatçısı olup 1324 - 1391 yılları arasında yaşamış Hafız Şirazi’nin türbesine gitmek için yola koyulduk. Hafız şiirlerinde her zaman Şiraz’ın güzelliklerinden bahsetmiş ve ölümünden sonrada Şiraz’a gömülmek istemiştir. Hafız’ın gömülü olduğu türbeye vardık. Halk arasında buraya “Hafıziye” denilmiş.

Hafız, eserlerinde Farsçayı öyle bir ustalıkla kullanmış ve öyle büyük eserler vermiş ki bunların başka bir dile tercüme edilmesi hemen hemen imkânsız hale gelmiş. İranlılara göre her evde mutlaka bulunması gereken iki şey vardır. Birincisi Kur’an-ı Kerim diğeri ise Hafız’ın bir eseri. Hafız, İranlılar arasında bir halk kahramanı, bir pop yıldızı gibi sevilip saygı duyulan bir kişiliktir.

Hafız’ın türbesi, geniş bir bahçe içinde iki havuzla süslenmiş huzurlu ve çok sayıda ziyaretçisinin olduğu bir yerdi. Mezar taşına şiirlerinden biri işlenmiştir. Bu taş 1773 yılında Kerim Han tarafından yerleştirilmiştir. 1935 yılında ise türbenin üzerine bir kubbe yapılmış bu kubbe sekiz sütün üzerinde yükseltilip çini işlemeli ve derviş sarığını sembolize eden bir şekilde yapılmış.

Bahçenin bir köşesine oturup ziyarete gelenleri izlediğimde, çok ilginç sahnelere şahit oldum. Birçok kişinin elinde Hafız’ın fal kitabı olan “Faal-e Hafiz” ile dolaştığını ve türbenin ruhaniyeti altında açtıkları fallarla gelecekte neler olacağını bulmaya çalıştıklarını gördüm. İranlılar, Hafız’ın şiirlerinin bulunduğu fal kitabından rastgele bir sayfa seçerek orada yazılanların kendi gelecekleri hakkında işaretler taşıdığına inandıklarını söylüyorlar.

Akşam olup güneş batarken türbe aydınlatılır ve hoparlörlerden kısık bir sesle okunan Hafız’ın şiirleri duyulurdu. Burası bir türbeden çok bir anıt gibi görünüyordu. Sanki bir kütüphaneyi yâda bir müzeyi ziyaret eder gibi Hafız’ın türbesi ziyaret ediliyordu. Entelektüel ve sanatçı görünümlü kişilerin çoğunlukta olduğu ziyaretçisi vardı. Hafız’ın türbesinin başında Fatiha okuduğum esnada sanki bana şöyle diyordu:

Gönül o denli zarif, incinebilir bir yapıdadır ki

Tıpkı goncanın kıvrım kıvrım sarılmış yaprakları gibidir.

 Zorlayarak açmaya kalkma

Zamana bırak kendiliğinden yavaşça açılsın!

İran’ın büyük şairlerinden hafızın türbesini ziyaret ettikten sonra bir diğer büyük bir şairi olan Sadi Şirazi’nin türbesine doğru yola çıktık. Sadi Şirazi’nin (1209-1291) hayatı gezilerle geçmiş ve bir anlamda gezginlerin şahı olmuştur. Sadi Şirazi ilk eğitimini Bağdat’ta almış ardından Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Hindistan’a gitmiştir. Hem şiirde hem de düz yazıda çok başarılı eserler vermesinin nedeni insan karakterini iyi bilmesi ve yaşam konularında felsefi düşüncelerini sanatıyla birleştirebilmesindeki ustalıktır. Sadi, bir dönem Haçlılar tarafından esir alınmış ve Tripoli’deki cezaevinden tünel kazarak kaçmıştır. Hafız’ın Şiraz’dan dışarıya çıkmayıp dünyayı tek bir şehirden ibaret görmesine karşılık Sadi’nin şehri, bütün dünya olmuştur. Sadi, otuz yıldan fazla bir süre gezgin bir derviş olarak yaşamış, Hindistan’dan Anadolu’ya Lübnan’dan Etiyopya’ya kadar bütün dünyayı dolaşmıştır. Yazdığı eserlerden en önemlileri “Bostan” ve “Gülistan’dır”.

Güller şehri olarak adlandırılan Şiraz’da güllerden çok manevi tatların kokusu daha çok geliyordu. Sadi’nin şiirleri dini motiflerle doludur. Türbeye giden yol, insana sanki bir saraya gidiyormuşsun hissi veriyordu. Biz de sultanlara giden bir yolda yürür gibi Sadi’ye yürüdük. Orta alanda bakımsız çiçeklerle süslenmiş bir yol. Çam ağaçları kubbeyi gölgede bırakacak kadar yüksekti. Hafız ve Sadi Şirazi’ye giderken bir türbe veya bir mezara gider gibi değil sanki canlı birini ziyarete gider gibi gidiliyordu. Orada kuru toprağa düşen yağmur tanelerinin verdiği toprak kokusu alır gibi şiir ve edebiyat kokusu alıyordum. Sadi Şirazi’nin ziyaretçileri Hafıza göre biraz daha avam insanlardı. Sadi’nin yeri Hafıza göre biraz daha tenha ve gösterişsizdi.

Şiraz’da tadımlık olarak kaldığımı biliyordum. Burada aylarca kalıp adım adım şehri gezmek isterdim ama İran’da gezilecek daha çok yer vardı. Yolculuğumuza güneyde bulunan Umman denizinin sıcak sularına doğru devam edecektik.

Dağların ve toprağın üzerinden yeşilliğin soyulduğu, kup kuru toprakların su diye feryat ettiği yollarda ilerliyorduk. Engebeli dağları aşarak sahile varmak istiyorduk. İran’ın en sıkıntılı yollarında ilerliyorduk. Güneye varmak için Yüksek dağları aşıp inişe geçtiğimizde gökyüzünün moral bozucu havasıyla karşılaştık.  Hava sıcak, nemli, bulutlu, sisli ve pusluydu. Sanki dünyanın dışında bir yere gelmiştik. Buralarda insanlar nasıl yaşıyor diye aklım şaşıyordu. Buranın adı Buşehir’di.  Şehrin girişi diğer şehirlerde olduğu gibi gösterişliydi. Sahile yapılan dolgu çalışmaları devam ediyordu. Şehre ikindi sonrası girdik, caddeler ve sokaklar bom boştu. Yolda hareket halindeki arabalardan başka kimseler yoktu. Kalmak için otel aradık. Kalınabilecek doğru dürüst tek bir otelleri vardı onda da yer kalmamıştı. Yapacak bir şey olmadığından sıradan bir otele yerleştik. Akşam yemeği için dışarı çıktık. Sahil boyunda belki Türkiye’de de eşi az bulunur bir restorana gittik. Bu restoran dört katlıydı ve tıklım tıklım müşteriyle doluydu. Her şey mükemmeldi. Yemekten sonra yapımı süren sahil şeridinde yürüdük. Gezdiğimiz şehirlerde olduğu gibi Buşehir’de de bir sürü park vardı. Karşımızdaki parkta çadırlar kuran ve geceyi burada geçiren insanlar vardı. O geceki sıcaklık tenimizin altında dolaşan kanımız kadar bize yakın geziniyordu. Gecenin geç vakitlerine kadar sahilde dolandık ve geç vakitte otele döndük. Otel odalarının içi bir çaydanlığın ocakta kaynaması gibi sıcaktı. O gece hayatımın en zor ve sıcak gecesini geçirdim. Bu şehirden bir an önce çıkmak için sabah olmasını iple çektim ve dakikaları dahi saydım. Nihayet sabah oldu. Kahvaltı sonrası hemen şehri terk ettik. Uman Denizi sahili boyunca yolculuğumuza devam ettik. Bir ara durup Umman Deniz’inde bir saate yakın yüzdük. İran devriminden önce burası en ülkenin en önemli plajlardan biriymiş. Kumu kaliteliydi ve sahili çok geniş bir alana yayılmıştı. Metrelerce denize açılmamıza rağmen hala ayaklarımız yerdeki kumlara değiyordu. Su sıcak ve rahatlatıcıydı.  Sonra duş almak istedik ama suları kesmişleri. Bir plajın nasıl kötü olması gerekiyorsa öyle bakımsız bırakmışlardı. Apar topar giyindik ve bu şehirden yani bölgenin başşehrinden yola çıktık. Aracımıza yakıt almak için bir benzinliğe yaklaştık ama yakıt kartla alınıyordu. Bir kamyon şoförünün vicdanına sığınarak onun kartıyla aracımıza yakıt aldık. Bu sefer hepimizde bir yakıt korkusu başladı.

Buşehir, gündüz olduğu gibi gece de bizi boğucu havasıyla haşladı. Şehir ekonomik olarak İran’ın ikinci büyük limanına ve Dünyanın en büyük doğal gaz rezervine sahipti. Aynı zamanda İran’ın en büyük nükleer merkeziydi. Burası her ne kadar yaşanmayacak bir yer olsa da ekonomi olarak ülkenin can damarıydı.

Sıcak havadan kaçarken Ahvaz şehrinin sıcaklığına yakalandık. İkindiye doğru şehre vardığımızda önce kalacak otel aradık. Ölü bir şehre girmiş gibiydik. Tüm dükkânların kepenkleri inmişti. Şaşkınlık içinde şehri geziyorduk. Sonradan öğrendik ki sıcaktan dolayı iş yerleri Saat 18.00’e kadar kapalı tutuluyormuş. Hava o kadar bunaltıcı ve yakıcıydı ki sanki havada kıyamet kokusu vardı. Ahvaz ve çevresi bataklıkların, çölün ve sıcaklığın ittifak ettiği ölü bir yerdi. Saat 18.00’den sonra yer altından çıkan karıncalar gibi dükkânlar kepenklerini açılmaya başlıyor ve insanlar sokakları dolduruyordu. Ahvaz insanının samimiyetini gördükten sonra şehrin o fırın ağzı gibi kavurucu sıcaklığını unutmuştuk. Hava karardıkça sokaklar insanlarla dolmaya başlıyor ve işportacılar sokak ve caddelerde adım atacak yer bırakmıyordu. Sanki İşportacılar şehri ele geçirmişti. Caddeler, sokaklar bayram arifesiymiş gibi cıvıl cıvıldı. Bir yandan da sokak çalgıcıları müzik yapıyordu. Şehirde hareketlilik son hızlıydı ve her şey Ahvaz’da gece başlıyordu.

İran gezimiz boyunca diğer şehirlerde görmediğimiz kadar çayhane ve çay ocağını burada gördük. Ahvaz nüfusunun çoğunluğu Arap’tı. Araplar bize çok çay içtiklerini söylüyorlardı. Oturduğumuz bir çay ocağında önce bir mırre sonra da bir çay içtikten sonra insanların bir nehir gibi aktığı caddelerdeki akıntıya kendimizi bıraktık. İlk defa bir caddenin bu kadar insanla dolu olduğunu görüyordum. Gezimizin beşinci gününde dikkatimi çeken bir husus daha vardı. O da sokaklarda ve çevrede hiç dilenci olmamasıydı. İran halkı o kadar zengin değildi. Ekonomik seviyeleri bizim seviyemizin çok altında olmasına rağmen sokaklarda dilencilerin olmaması bizi şaşırtmıştı.  Gezdiğimiz tüm şehirlerin girişlerinde levhalar üzerinde güneşten solmuş resimler asılıydı. Bu resimlerdeki kişiler İran- Irak savaşında ölen askerlerin resimleriydi. İran’ın genelinde çay ocaklarının yerine meyve suları sıkan kafeler çoğunluktaydı. Ananas, havuç, kavun, portakal sularına dondurma konularak yeniliyordu. Toplumun seviyesini göstermesi bakımından trafik ışıklarının olmadığı alanlarda kimse öfkelenmiyordu.

Ahvaz’dan ayrıldık ama sıcaktan ayrılamamıştık. Yol üstü küçük bir kasaba olan Şuş da Hz. Danyal Peygamberin(as.) türbesine geldik. Türbe huni biçiminde farklı bir yapıya sahipti. Nehir kenarına kurulan bu yapı bir mescidin içinde ve bölümleri olan bir türbeydi. Yeni yapılan bu yapı çok yönlü bir külliyeye benziyordu. Türbe binlerce ayana ve çiniyle süslenmiş İran kültürüne uygun bir türbeydi. Hz. Danyal Peygamberin(a.s) cami içindeki türbesini ziyaret ederek ruhuna Fatiha okuduk. Hz. Danyal’ın (a.s.) türbesinin olduğu bu kasaba İran’ın 31 eyaletinden biri olan Huzistan Eyaleti sınırları içinde tarihi bir yerdi. Bu türbe içinde Şiilerin tüm sembolleri hâkimdi. Şii ile Sünnilerin arasındaki mesafenin çok açık olduğunu bu ziyaret sonrası daha iyi gördük.

İran ve Irak savaşı sonrası İran’a uygulanan ambargo her yönüyle kendini gösteriyordu. Her şeye rağmen İran bu ambargoya çok iyi dayanmıştı.

Şuş şehrinden çıkarken bataklıkları ve sıcağı yavaş yavaş geride bırakarak yolumuza devam ediyorduk. Çeşitli şehirlerde sohbet ettiğimiz İranlı memurlar maaşlarındaki düşüklükten şikâyet ediyorlardı ve ek iş yaptıklarını söylüyorlardı. Hatta Ücretlerin son yıllarda daha da düştüğünü ifade ediyorlardı.  Büyük görülen İran devletinin büyüklüğü halkına yansımamıştı. Halkın geçim derdi her yerde kendini gösteriyordu. Sıcaklığın yavaş yavaş düştüğü İlam şehrine doğru yol alırken burada hava sıcaklığı 20 derece indi. İlam’a şehrinin güzelliği bizi büyülemişti. Dağların ve ovaların bu kadar uyum içinde olduğu başka bir yer görmemiştim. Ahvaz’da Temmuz sıcaklığı yaşanırken İlam şubat serinliğini yaşıyordu. İlam’ın sırtını verdiği dağlarda yayla havası esiyordu. Şehrin manzara ve havasına doyum olmuyordu. İlam Şii Kürtlerin yoğun yaşadığı sakin bir şehirdi. İran’ın her noktasında görülen sakinlik ağır başlılık ve saygı burada da kendini gösteriyordu.

 Zagros Dağ’larının eteğinde bir ressamın fırçasından kopup göze ve yüreğe bir ferahlık veren Hewreman bölgesini görmek için yola çıktık. Bu sarp dağlık bölgeye seyyahlar kartal yuvası adını vermişler. Hewreman’ın en yüksek noktası Şaho Dağı olup 3500 rakıma sahiptir. Bu Yöre halkı Kürtçenin Goranice ve Sorani lehçesiyle konuşmaktadır.

Hewleman’daki Gorani Kürt’leri bundan bin yıl önceki bir geleneği devam ettirerek ziyaret, ibadet ve zikir için ocak ayında bir araya gelirler. Bu bir araya gelişin sebebi Pir Şariyar’ı anmaktır. Biz aracımızla Zağros’ları aşarak buzullardan ve bozuk yollardan Hewreman evlerinin bulunduğu derin vadilerin yamaçlarına vardık. Vadilerin derinliklerinden yukardan aşağıya doğru basamakları andıran taşlardan yapılma evlerin yer aldığı bölge adeta bir taş ülkesini andırıyordu. Her evin damı aynı zamanda bir üstteki evin avlusunu oluşturuyordu. Sokaklar yine damların avlu olduğu yerlerde uzuyordu. Goranice de Hewraman “Bulutlu-yağmurlu-bereketli” yer anlamına gelmektedir. Aslında halk ağzında “Huraman” diye söylenir. Zerdüştlükte ise “Ateşin Yükseldiği Yer” anlamına gelmektedir.

Daha sonra yola devam ederek Merivan şehrine gece Zagros’ların son bölümünden ölüm yolundan sağ salim kurtulmuş gibi indik. Böyle heybetli dağları ömürde bir defa dahi olsa görmek gerçekten her şeye değerdi. Zagros’ların zirvesinden aşağı inerken karşımızda düz bir tepsi gibi duran Merivan’a varmıştık. İran’ın en büyük sıkıntılarından biri turizme hazırlıklı olmamasıdır. Merivanın tek kaliteli otelinde yer yoktu ve diğer oteller ise onuncu sınıf kadar kötüydü. O gece mecburiyetten otellerin birine yerleştik. Merivan,  İran’ın Kürdistan eyaletinin şirin bir şehriydi. Şehri güzelleştiren Zeribar Gölü dünyanın ikinci büyük tatlı su gölüydü. Aynı zamanda bu şehir Irak’a komşu bir şehirdi. Sazlıklarla beş buçuk metre derinlinde 5 kilometre uzunluğundaki Zeribar Gölü bir buçuk km enindeydi. Gölün çevresi geniş, düzenli bir parkla koruma altına alınmıştı.

On günlük yorucu ve tatlı bir seyahatten sonra rehberimiz Abdulkerim Bey’e çok teşekkür ederek sınır kapısından Türkiye’ye giriş yaptık. İran seyahatimizin sonunda gördüğümüz İran hayalimizdeki İran’dan kat be kat daha güzeldi. Seyahatten sonra, Andrew McCarthy’nin “Ne kadar uzağa gidersem kendime o kadar çok yakınlaşıyorum.” sözünü şimdi daha iyi anlıyorum.

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar