Prof. Dr. Ahmet Özer

Prof. Dr. Ahmet Özer

Mail: a.ozer@vanmed.net

DARBELER, ASKERİ VESAYET VE İKTIDAR KAYMASINA SOSYOLOJİK BİR BAKIŞ

​Güç ve İktidar (Kayması)

​Ünlü filozof Platon, ideal devletini kurgularken onu yönetenler, besleyenler ve koruyanlar diye ayırdığı üçlü bir sacayağı üzerine oturtur. Yönetenlerin, insanın akıl yanından kaynaklanan, bilgi sever filozoflardan; besleyenlerin, insanın arzulayan yanına dayanan para sever ve sadakat sahibi tüccarlardan; koruyanların ise insanın isteyen yanına karşılık gelen, ünsever ama cesaret sahibi askerlerden oluşması gerektiğini savlar.

Diğer bir deyişle nasılki bir insan akıl, arzu ve istenç’ten meydane gelirse bir devlet de yönetenler, tüccarlar ve askerlerden meydana gelir ona göre. İyi bir devlette yönetenlerin bilgili (hatta filozof), tüccarların toplumu düşünen sadık insanlar, askerlerin de cesaretli olması gerekir. Sadece tarihte değil, modern zamanlarda bile ekonomik sınıfların denetimindeki para ve askerlerin elindeki silahların yol açtığı güç ve iktidar istemi bu düzenlemeyi gerçekleştirilmesi zor bir olgu hâline sokmuş, tarihte ve günümüzde bu anlamda görev kayması hep yaşanagelmiştir. Demokrasisini tam oturtamamış ülkelerde ise askerlerin, sadece koruyucu değil, kimi zaman yönetici olma isteği, askerî darbelere ve dolayısıyla iktidar kaymasına yol açmıştır. Dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleşen bu durum, Türkiye'de daha sık yaşanan bir olgu olmuştur.

​Bu bağlam içerisinde Türkiye'ye baktığımızda, askerî darbe ve müdahalelerin eski tarihlere dayandığını görürüz. Nitekim Osmanlı'da, iktidar için babalar oğullarını asmış, kardeş kardeşi öldürmüş, anneler çocuklarını zehirlemiştir. Saray darbeleriyle, iktidarlarını sürdürenler, bir gecede tahtlarından olmuştur. Dönemin "düzenli" ordusu Yeniçeri Ocağı, genellikle bu gelişmelerde başrol oynarken, tebaa durumundaki ahali ise bu durumu hep ibretle, ama sükunetle izlemiş, maalesef bu gelenek cumhuriyet döneminde de (daha organize biçimde) sürüp gitmiştir. Peki bu işin asıl kaynağı ne?

​Askeri Bürokrasi ve Cumhuriyet Bekçiliği Psikolojisi

​1923 yılında iktidarı ele geçiren asker sivil bürokrasi, çok partili dönem olan 1946 yılına kadar kesintisiz olarak ülkeyi yönetmişse de bu süreçte, yürütme, yasama, (hatta çoğu kez) yargının başındaki kişiler, hep asker sivil bürokratlardan oluşmuştur. Böylece kuruluş sürecindeki askeri hakimiyet, daha sonra da sürdürülmüştür. Bu durumun, zamanla askerlerin ruhuna değişmez iki psikoloji yerleştirdiğini görüyoruz:

Birincisi, askerlerin bu gelenek sonucunda, devletin yegane sahibi oldukları zehabına kapılmalarıdır; ikincisi ise, cumhuriyetin kuruluşunda söz sahibi olmaları nedeniyle, devletin bütün kademelerinde ve iktidarlar üzerinde etkili olmaları durumudur..

1946"dan günümüze kadar süren çok partili dönemde bile, 27 Mayıs darbesiyle başlayan süreç sonrasında iki askerî darbe ve iki de askerî müdahale daha yaşanmış, birçok defa askerî ültimatomlar verilmiş, e-muhtıralar ilan edilmiş, sayısız defa asker bizzat "iktidarda bulunan hükümetlere" uygulamaya geçirilmek üzere, "tavsiyelerde" ve "bildirimlerde"' bulunmuş, bütün bunlarla bile tatmin olmayan asker, halkın seçtiği parlementoları fes etmiş iktidara el koymuştur.. (Bu uygulamada askeri ağırlıklı bir kurum olan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) önemli ve etkin bir rol oynamıştır.)

​İlk Tetikleyici: 27 Mayıs Darbesi

​Cumhuriyet Dönemi Askerî Darbeler Sürecinin ilk tetikleyicisi 27 Mayıs 1960 Darbesidir. 1923 yılında iktidara gelen asker sivil bürokrasi, 1946 yılına kadar ülkeyi yönettikten sonra; başta II. Dünya Savaşı'nın ortaya çıkardığı yeni koşullar ve dış könjüktör olmak üzere, birçok faktörün etkisiyle, çok partili sisteme geçmiştir. Bu değişikliğe rağmen eski askerlerin kurduğu ve yönettiği, asker ağırlıklı CHP iktidarı 1950 yılına kadar sürmüş; 1950'de Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle, görünürde yeni bir dönem başlamış, temelde ise pek bir şey değişmemiştir. Siyasal alanda her türlü ileri ve sol hareket "komünistlik" sayılarak, komünizm düşmanlığına dayalı bir baskı politikası uygulanırken, ekonomik alanda ise uygulamada devletçi, görünürde daha liberal politikalar izlenmiştir. Nitekim 1958'de iktidarın isteği üzerine Türkiye İMF'ye katılmıştır.

​Çok partili döneme girerken ve onu izleyen dönemde, ABD'nin savaşta yıkılan Avrupa ülkelerinin imarı ve kalkınması (ve kendi cephesinde tutması) için uyguladığı Marshall Yardımı (kısmen), Türkiye'ye de uygulanmış ve bunun da etkisi ile kapitalist ülkelerde uygulanan Keynes'ci ekonomi politikasının bir yansıması olan refah devleti anlayışı, Türkiye'de de izlenmeye başlanmıştır.

​1950-1960 döneminin ikinci yarısındaki ekonomik bunalıma paralel olarak, DP bir baskı rejimi kurmuş, Tahkikat Komisyonları aracılığıyla sivil otoriteryanizm girişiminde bulunmaya çalışmıştır. "Yeter, söz milletindir." sloganıyla iktidara gelen DP, bütün bunlara rağmen geçmiş döneme göre kısmen "sivil" bir iktidar sayılmıştı. DP'liler, "egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu hâlde, CHP'nin iktidara iki ortak daha getirmek amacını taşıdığı; bu iki ortağın ordu ve aydınlardan oluştuğunu, bunun Atatürk Anayasası'na uymadığını” ileri sürmüşlerdir. ​Ekonomik ve sosyal sorunların dışında, bu açıdan bakıldığında, 27 Mayıs, yönetim dışında kalmış olan ordu ve aydınların (aslında bürokratların), kendi partileri CHP ile iş birliği yaparak, tekrar iktidara ortak olmalarıdır denebilir. Buna bürokrasinin yeniden ortaklığa katılma amacı ya da iktidarı etkileme isteği de eklenmelidir.

Menderes'in öncülüğünde gelinen bu süreç, sonuçta (biraz ara vermiş olsalar da) tekrar ordunun müdahalesine uğramış, Menderes ve iki bakanın idamıyla askerler 10 yıl kadar ayrı kaldıkları iktidarı tekrar fiilen ele geçirmiştir.

​Baskı rejiminin yarattığı huzursuzluk ortamında, iktidarı ele geçirerek ülkeyi yönetmeye başlayan askerî rejim, toplumu kısmen rahatlatan, demokrasiye açık 1961 Anayasası'nın yapılmasına öncülük etmiş; bir süre sonra siyasal partiler dönemine geçilerek, CHP'nin yanı sıra DP'nin mirasını devralan AP ile yola devam edilmiştir.

​Solu Durdurma Girişimi: 1971 Askeri Müdahalesi

​Yeni anayasanın, yeni dönemde tanımış olduğu göreli özgürlükler ortamı, (dünyada dalga dalga yayılan) sol gençlik hareketlerinin Türkiye'de de gelişmesini beraberinde getirmiş, bunun sonucunda 68 gençlik hareketleri gelişip serpilmiştir. Bu dönemde öğrenci gençliği önderliğinde gelişen bu devrimci hareketlerin, temel talepleri eşitlik, adalet ve özgürlüktü. Gençliğinin iddiası, "Türkiye'nin adaletli yönetilmediği", "eşitliğin ve özgürlüğün olmadığı" şeklindeydi. Bu gelişmeler, mevcut iktidarları hem korkutmuş hem de rahatsız etmişti.

​Bu süreçte daha sonraki dönemleri de belirleyecek, hatta etkileri ve izleri günümüze kadar taşınacak olan birkaç gelişmeyi bugünü daha iyi anlamak adına burada dile getirmek gerekiyor:

​Gelişmelerden biri, bu dönemde devletin desteğinde ve denetiminde, Ege Bölgesi'nde bazı sağ görüşlü hareketleri yakın dövüş ve savaş taktikleri konusunda eğiten komando kamplarının kurulmasıdır. Bu gelişme, devletin sol hareketleri durdurmak ve ekarte etmek için bir sivil gücü (Ülkücü Hareketi) kullanma girişimini, bu tarihlerde başlattığını gösteriyor. Oysa bu, sol hareketleri durdurmak yerine Türkiye'yi kamplara bölmüş; bir tarafta sol devrimci bir hareket, öbür tarafta bunu silahla ve sopayla durdurmaya çalışan devlet destekli sağ hareketler yeralmıştır.

​İkinci gelişme, yükselen sol muhalefeti durdurmak için 1971'de gerçekleştirilen askerî müdahaledir. Bu ortamda birçok genç öldürülmüş, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin Aslan gibi birçoğu idam edilmiş, büyük bir kısmı ise yüksek cezalara çarptırılarak cezaevlerine konulmuştur. 12 Mart 1971'de göreli demokratik yaşam derin bir darbe yemiş; bu, sistemi rafa kaldıracak kadar şiddetli olmasa bile, siyasi yaşamı altüst etmeye yetmiş, böylece 1961 Anayasası'nın “demokratik” yapısı tamamen ortadan kaldırılmıştır.

Üçümcü gelişme; 1970’li yollarım ortasından itibaren sağcı faşist anlayışların iktidar olmasıyla olaylarım saha körüklenmelidir.

Türkiye bu dönemde Milliyetçi Cephe (AP, MHP, MSP, CGP ittifakı) uygulamalarıyla partiler düzeyinde, siyasal anlamda, bir kamplaşmanın içine itilmiştir.

Dördüncü gelişme ABD’nin işe doğrudan müdahil olmasıdır. 12 Mart müdahalesinin gerekçelerinden birini teşkil eden, Türkiye’nin kamp değişikliği içine girebileceği (ABD'den koparak Sovyetler Birliği'ne yanaşacağı) endişesi (başta ABD olmak üzere), bu güçleri yeni bir strateji oluşturmaya itmiştir. Bu strateji NATO bağlantılı ordu yolu ile duruma hakim olunmasıdır.

Beşinci önemli gelişme, bu dönemde ABD, NATO ve onun Türkiye'deki uzantılarının, stratejilerini uygulamak için kendine has Gladio tipi örgütlenmeleri, kontrgerilla hareketlerini Türkiye içinde de örgütleyerek, devreye sokmaları ve bunun sonucunda ve ittifakında ordunun 12 Eylül Darbesini gerçekleştirmesidir.

Nitekim sağdaki ve özellikle soldaki hareketlerin içinde yer alan öğrenci ve diğer devrimci liderler, o kadar çok sıklıkta öldürülüyorlardı ki, halk bir yandan bu durumu artık kanıksar hâle gelmiş öbür yandan da bir an önce bitirilmesini bekler hale sokulmuştu.

Toplumun panik hâlini yaşamasını isteyenler, yönetenlerin yönetemez, yönetilenlerin de yönetilemez olduğunu göstermek ve askerî darbeye zemin hazırlamak için adeta ölümlere yol açan olaylara göz yumuyordu.

Buradan yola çıkarak şunu söylemek mümkündür: 12 Eylül Darbesi'nin kararı, 1980 yılında alınmış değildir, uygulamalar bu kararın bundan 3 yıl önce 1977 yılında alınmış olduğunu ve adım adım uygulamaya konulduğunu gösteriyor.

Bu gelişmelerin sonunda (sonradan apoletleri sökülen) Evren ve arkadaşları tarafından 12 Eylül 1980 günü darbe gerçekleştirilmiş; darbe sonucunda onlarca insan asılmış, on binlerce insan tutuklanmış, yüzbinlerce insan fişlenmiş, sürülmüş, işinden olmuş, ülkeyi terk etmek zorunda bırakaılmış, tarifsiz acılar yalanmıştır. Türkiye demokratik ve ekonomik bakımdan en az 30 yıl geri götürülmüştür. (12 Eylül’ün bilançosu bir sonraki yazıda. Devam edecek)

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar